Salı, Mart 19, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Marksist Hareketin Faşizm Teorisi Ve Türkiye'deki Siyasal Rejimin Niteliği – 3

Marksist Hareketin Faşizm Teorisi Ve

Türkiye'deki Siyasal Rejimin Niteliği – 3

Ahmet Aydın

2 Temmuz 2019

 

 

 

 

Ön not

 

Bu yazı, Haziran 2018'de yayınlanan ''Türkiye'deki siyasal rejimin niteliği ve 24 Haziran ''seçim''leri – 1-2'' yazı dizisinin devamıdır. Güncelliği ve rejimin karakteri ile olan direk bağı nedeniyle, yayınlanan önceki iki bölümde rejimin niteliği sorunu, seçim konusu ile bağlantılı olarak ele alınmıştı. 2. bölümde faşizmin kuramsal çerçevesine dolayısıyla marksist hareketin faşizm teorisine değinmiştik. Fakat Togliatti'nin de belirittiği gibi, temel karakteristik özellikleri aynı kalmakla birlikte; faşizm farklı ülkelerde farklı biçimler alır ve farklı bir gelişim seyri izler. Türkiye'de mesela; dinci bir nitelik taşıması ve Kürt ulusal sorunun varlığı ve bu sorundan kaynaklı uzun süreli savaş hali, faşizme özgün bir karakter kazandırmaktadır. Öte yandan kapitalizmin evrimi ve krizleriyle olan doğrudan bağlantısı nedeniyle, faşizm de evrimsel bir değişim geçirir. Dolayısıyla günümüzde faşizmin tahlili, öncelikle bu rejimin; kapitalizmin bugüne kadarki gelişme aşamalarıyla olan bağlantısının bütünlüklü olarak incelenmesini ve aynı zamanda bulunulan ülkenin özgün koşullarının dikkate alınmasını gerektiriyor.

 

Marksist hareketin faşizm teorisinde iki önemli eksiklik göze çarpmaktadır. Birincisi, faşizmin kapitalizmle; özellikle de tekelci kapitalizmle olan doğrudan bağı bilinmesine rağmen, Marks'ın kapitalizmin işleyiş yasalarını, çelişkilerini ve krizlerini açıklayan iktisat kuramıyla faşizm teorisi arasında güçlü bağlar kurulamamıştır. İkincisi; güncel faşizm tartışmalarında, en azından genelde, klasik faşizme takılıp kalma durumu sözkonusudur. 68 hareketi ve 70'li yılların başında kapitalizmin yaşadığı kriz sonrasında gelişen faşizmin özgün biçimi; bazı marksistlerce tespit edilmiş ve yeni faşizm olarak kavramsallaştırılmıştır.1 Fakat bu tartışmaların ilerletilmediği görülüyor. Giderek bu tartışmalar, Almanya'daki marjinal Neo-Nazi gruplarına odaklanan dar bir çerçeveye hapsolmuştur. Halbuki, faşizm tartışması öncelikle bir sistem tartışmasıdır. Bu durum, kapitalizmin geldiği bu aşamada farklı bir biçim kazanan faşist hareketin niteliğinin kavranması ve karşı mücadele noktalarında; sosyalist hareketin bocalamasına yol açmaktadır. Bugün Türkiye'de yaşandığı gibi, adeta neyle karşı karşıya olduğunu bilememe durumu sözkonusudur. Ayrıca, faşizm ile kapitalizmin ilişkisini perdelemeye, böylece faşizm tartışmalarını belirsizleştirmeye çalışan ''entellektüel'' bir faaliyet vardır. Bu durum bizi zorunlu olarak, kapitalizmin gelişme aşamlarına bağlı olarak değişim gösteren olağanüstü rejimlerin incelenmesine itti. Çünkü; tarihsel gelişim çizgisi bütünlüklü ve doğru ortaya konulamazsa; güncel aşama da tam olarak kavranamaz.

 

Bu bölümde, Marks'ın sınıf mücadelesi ve kriz kuramına bağlı olarak, faşizim ile kapitalizmin ekonomik-siyasal krizleri arasındaki bağlantıya; devlet biçimiyle artık ürüne ve artı değere el koyma biçimi arasındaki ilişkiye ve 19. yy ortalarından I. Dünya Paylaşım Savaşı'na kadarki dönemde, kapitalizmin tarihsel gelişiminde yer alan belli başlı bunalım devrelerini ele alarak, faşizmin ortaya çıkışını sağlayan maddi koşulları ortaya koymaya çalışacağız.

 

Kısa bir süre sonra yaynılanacak olan dördüncü bölümde, ekonomik bunalım dönemlerine bağlı olarak faşizm biçimleri ve Türkiye'deki rejmin niteliği konusunu geniş olarak inceleyeceğiz.

 

---------------------

 

KAPİTALİZM, KRİZ VE FAŞİZM

 

Doğru ve bütünlüklü bir faşizm tahlili için, kapitalizmin tarihsel gelişimine ve hatta kapitalizmin bağrından çıktığı toplumsal yapıya sürekli olarak dönülüp bakılması gereklidir. Bu, sadece faşizmin kaynağının kapitalizmin iç yapısında bulunması nedeniyle değil, aynı zamanda faşizmin; kapitalizm öncesi toplumların üretim ilişkilerini ve kültürel değerlerini, kapitalizmin yaşadığı kriz koşullarında canlandırma, yeniden üretme eğilimine sahip olması nedeniyle de gereklidir.

 

Bütün sosyo-ekonomik ve tarihsel veriler bize, faşizm ile kapitalizmin tarihsel gelişme eğilimi arasında direk bir bağlantı olduğunu gösteriyor. Alman sosyalfilozofu Max Horkheim ''Kapitalizmden söz etmek istemeyen kişi, faşizm kelimesini de ağzına almamalıdır.''2 derken bu tarihsel-sosyal bağlantıya dikkat çekiyordu.

 

Daha da somutlaştırırsak, faşizm tekelci kapitalizm ya da emperyalist kapitalizm aşamasının ürünüdür. Fakat bu tespit, bütün burjuva siyasal rejimlerinin eninde sonunda faşizme dönüşecekleri gibi bir determinist sonucu geçerli kılmaz. Kapitalizmin tekelleşme eğilimi ve buna bağlı olarak gelişen siyasal gericilik; bu yönde bir tarihsel eğilime işaret etse de; faşizmin yükselişi; ekonomik alt yapıdaki gelişmelerle birlikte, siyasal, kültürel ve ideolojik alt bileşenlere sahip olan sınıflar mücadelesinin oluşturduğu toplumsal güç dengesine bağlıdır. Dolayısıyla sınıflar mücadelesinin siyasal iktidar sorununa etkisi yadsınamaz. Aynı şekilde, burjuva siyasal rejimleri her dönem bünyelerinde otoriter-totaliter eğilimler ve uygulamalar içerseler de; faşizmin, kapitalist toplumun gelişmesinin ''normal'' işleyiş sürecinde değil; olağanüstü kriz dönemlerinde ortaya çıktığı gerçeğini de gözönünde bulundurmalıyız.

 

Avrupa'da iki dünya paylaşım savaşı arasında gelişen klasik faşizm süreçlerini bizzat yaşamış ve faşizme karşı mücadele deneyimi olan İtalyan Komünist Partisi'nin liderlerinden Palmiro Togliatti, faşizmin ayrıt edici bir özelliğine değinir:

 

''Faşizm terimi, yanlışlıkla çoğu zaman gericilik, terör, v.b. ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Bu hatalıdır. Faşizm yalnızca burjuva demokrasisine karşı mücadeleyi vurgulamaz; yalnızca bu mücadeleyle karşı karşıya kaldığımızda bu deyimi kullanamayız. Bu sözcüğü, sadece işçi sınıfına karşı mücadele -Almanya’da, İtalya’da, Fransa’da, İngiltere’de olduğu gibi, tipik olarak faşizmin var olduğu herhangi bir yerde- küçük burjuva karakterli yeni bir kitlesel tabanda gelişmeye başladığında kullanabiliriz.(abç)''3

 

Faşizm, burjuvazinin önderliğinde ve emekçi halk kesimlerinin katılımıyla 18. ve 19. yüz yıllarda gelişen burjuva demokratik devrimlerinin kazanımlarını ve özellikle işçi sınıfının ekonomik-siyasal mücadelesi sonucunda pekişen ve genişleyen demokratik hakları, kurumları ve özgürlükleri ortadan kaldırmak için mücadele yürütür. Togliatti'nin ifadesiyle bu, faşizmin burjuva demokrasisine karşı mücadelesidir. Bu faşizmin birinci yönüdür. Bununla birlikte; faşizm, özellikle işçi sınıfına karşı düşmanca bir politikaya sahiptir ve küçük burjuva sınıfını vurucu güç olarak kullanarak, bu sınıfa karşı şiddete dayalı bir mücadele yürütür. Küçük burjuva ve lümpen kesimlerden oluşan faşist milis gruplarının, işçi sınıfı hareketine karşı geliştirdiği şiddet ve terör hareketi; bu mücadelenin en belirgin biçimidir. Bu mücadele faşizmin ikinci yönüdür. Faşizm bu iki yönün birleşmesiyle karakterize olur.

 

Neden faşizm işçi sınıfını ve sosyal kurtuluş hareketini baş hedef olarak seçmiştir ve egemen tekelci sermaye neden küçük burjuvazinin etkin kitlesel desteğine ve devletin güvenlik güçleri dışında silahlı milis güçlerine ihtiyaç duymuştur? Bu soruların cevapları faşizmin anlaşılması açısından kritik öneme sahiptirler. Cevaplarını aradığımız bu sorular, doğal olarak dikkatimizi, kapitalist toplumun yaşadığı, derin ekonomik, siyasal ve sosyal krizlere ve dolayısı ile egemen burjuva iktidar blokunun yaşadığı hegemonya krizine yöneltmemize neden olur. Ayrıca, faşizmin işçi sınıfını hedeflemesi, onun sınıfsal karakterinin tespiti açısından önemli bir işarettir.

 

Faşizmin tarihinden çıkarılmış ve neredeyse tüm araştırmacıların üzerinde hemfikir olduğu en önemli sonuç şudur: Toplumu derinden sarsan ekonomik bir kriz olmadan faşizm gelişemez4. Daha doğrusu böylesi bir kriz olmadan, faşist hareketler ortaya çıksalar bile, kurumsal bir rejim olarak faşizmin yerleşmesi mümkün olmaz. Bu sonuçtan hareketle, genel bir çerçevede ifade edersek; faşizm, tekelci kapitalizm aşamasında, egemen sınıfların; olağanüstü bir kriz yönetim rejimidir. Faşizm, kapitalist toplumun yaşadığı krizi yönetme ve aşmaya yönelik bir uygulama olarak ortaya çıksa da, yönetim gücünü aşırı derecede siyasal iktidarın ve iktidarı da tek kişinin elinde merkezileştirip; militarist, yayılmacı, otoriter-totaliter bir programı ve uygulamaları topluma dayatarak; bizzat kendisi krizin kaynağı haline gelir. Bu nedenle; ağırlıklı olarak ekonomik krizle başlayan süreç; giderek, pogromlar, savaş ve iç muhalefete karşı uygulanan teröre koşut olarak, içte ve dışta büyük bir toplumsal yıkıma ya da insani bir krize dönüşür. Sonuç itibariyle faşizm, kapitalist toplumun yaşadığı paradoksun; en belirgin ve en yoğunlaşmış biçimi olarak ortaya çıkar.

 

Kriz denilirken, elbette öncelikle ekonomik krizden bahsedilmektedir. Fakat kapitalist toplum, çevrimsel olarak pek çok ekonomik kriz yaşadığı halde, her krizin bir rejim değişikliğine; ya da faşizme yol açtığını söyleyemeyiz. O halde faşizmi doğuran ekonomik krizlerin diğer çevrimsel krizlerden farklı bir özellik taşıdığını düşünmek zorundayız. Dahası bu düşünme eylemini, ekonomik krizin ötesine de taşımamız gerekiyor. I. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında İtalya ve Almanya'da gelişen klasik tipte faşizm deneyimleri; süreklileşen ve bunalıma dönüşen bir ekonomik kriz birlikte, ulusal ölçekte siyasi, ideolojik ve idari bir krizin; kısaca toplumsal bir bunalımın varlığına işaret ediyor. Bir anlamda ulusun bütün iç ve dış ''dengelerini'' sarsan ve yeni bir ''denge'' durumunu zorunlu kılan bir ulusal kriz görülmektedir. Ulusal krizden anlaşılması gereken aslında, ulusunun egemen sınıfların kurduğu siyasal düzenin ve bu düzenin üzerinde yükseldiği üretim tarzının krizidir5.

 

Max Horkheim da, faşizme yol açan ekonomik durumun ya da krizin ulusal ölçekli yapısına vurgu yapar:

 

''Deneyler bize göstermiştir ki, faşizm, hayatın bütün alanlarını kucaklayan ekonomik durumun planlı bir organizasyonu zorunlu kıldığı ve hakim sınıfların böyle bir planlama ihtiyacını kendi menfaat kanallarına soktukları sırada ortaya çıkmaktadır. Onlar, bütün toplumu, onun küçümseyip geçiştirdikleri ihtiyaçlarını karşılamak için değil, fakat doğrudan doğruya kendi özel çıkarlarını tatmin için denetimleri altına aldılar''6

 

Üretimin, genel olarak ekonominin eski koşullar altında sürdürülemez duruma geldiği, yani egemen burjuva blokun; ekonomik hegemonyasını dolayısıyla siyasal ve ideolojik hegemonyasını sürdürmeyecek bir duruma geldiği kriz koşullarından bahsediyor Horkheim. Krizden tek başına çıkmanın mümkün gözükmediği durumlarda; egemen sınıflar, sorunu bir ulusal soruna dönüştürerek, maliyeti tüm halka yükleme yolunu seçerler. Bu durum devletin rolünü öne çıkartır. Çünkü; ulusal çapta bir planlama ve organizasyonu yapabilecek ve toplumu denetime alıp; krizin maliyetini halka yükleyebilecek tek güç devlettir. Ne var ki, devlet de; egemen sınıfın durumuna bağlı olarak; yaşanan krizden etkilenerek toplum üzerindeki otoritesini önemli ölçüde yitirdiği için, yeni  bir biçimde organize edilmelidir.

 

Kuşkusuz, Horkheim'ın da belirttiği gibi, toplumun ihtiyaçlarını esas almayan, bu ''ekonomik durumun planlı bir organizasyonu''nun sosyalist planlı ekonomiyle niteliksel bir ilişkisi yoktur. Almanya ve İtalya'da faşizm özellikle ilk evresinde, ''kapitalist ne de sosyalist olmayan yeni bir sosyal düzen'' kurduğu iddiasını dile getirse de, faşizm kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaz; aksine o ilişkiler üzerinden yükselir. Sosyalist planlı ekonomi her şeyden önce üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin; yani kapitalist üretim ilişkilerinin (doğal olarak bölüşüm ilişkilerinin) büyük ölçüde ortadan kaldırıldığı bir toplumda, kâr elde etme amacı gütmeden, tüm toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alır. Faşizm ise, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde; egemen sermaye sınıflarının daha büyük sermeye birikimi gerçekleştirmeleri ve toplum üzerindeki siyasal hegemonyalarını güçlendirmeleri hedefine yönelmiş organize bir üretim ve ekonomi geliştirir. Kriz döneminde kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu, toplumsal bir planlama değil, düşen kâr oranlarını yükselten; dolayısıyla tıkanan sermaye birikim sistemini tekrar işler hale getirmeyi amaçlayan, ekonominin yeniden organizasyonudur. Nitekim, Nazi ekonomistleri, ekonomik modellerini düzenlenmiş ekonomi” olarak tarif ediyorlardı. Bu nedenle faşist hareket, liberal burjuva hareketlerin benimsediği ''serbest piyasaya müdahale etmeyen'' ve düzeni sağlamakla görevli olan ''jandarma devlet'' yerine; ''müdahaleci devlet'' (pratik anlamıyla totaliter devlet) anlayışını yani devletin sosyal alan gibi; ekonomik alana da müdahale etmesi gerektiği görüşünü benimsemiştir.

 

Artık ürüne ve artı-değere el koyma biçimi ile devletin biçimi arasındaki ilişki

 

Özel mülkiyet toplumları, başta üretim araçları olmak üzere, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi ile birlikte, artık ürüne ve artı-değere el koyma biçimleri ile birbirilerinden ayrılırlar. Köleci toplumda köle sahibi, köle üzerinde mutlak bir sahiplik hakkı olduğu için; onun ürettiği ürüne de sahip oluyordu. Kölenin sahibine itaatini sağlayan da esas olarak çıplak zordu. Yani köle sahibi; çalışmadığı ve emirlerine itaat etmediği zaman köleyi zincirleyebilir; işkence edebilir ya da öldürebilirdi.

 

Feodal toplumda köylüler (serfler), kendi topraklarında çalıştıklarında; ürünün kendi geçimlerini sağlamak için gerekli olan kısmından fazlasını, feodal beye vermek zorundaydı. Ya da, kendi geçimlerini sağlayacak oranda kendi topraklarında; geri kalan iş zamanlarında beyin topraklarında çalışmak zorundaydılar. Feodalizmin ileriki aşamalarında, yarıcılık, kiralama gibi farklı işletme biçimleri ile feodal beye aktarılan toprak rantı üretilmiştir. Sonuç itibariyle, feodal toplumun temel yasası, üreticinin artı ürününe esas olarak ekonomi dışı zor (siyasi zor) yolu ile el konulmasıdır. Köylü, feodal beye ya da krala bir rant ödemek ya da onun toprağında angarya olarak çalışmak istemezse; bizzat feodal bey ya da devlet tarafından şiddet uygulamalarını da içerebilecek tarzda cezalandırılırdı. Bu toplumda köylüler ile feodal bey (ya da kral) arasında, beyin egemenliğindeki topraklarda yaşamaktan ve bizzat tarımsal üretim nedeniyle toprağa bağımlı olmaktan, bazen de ek olarak kan bağına dayanan özel bir bağımlılık ilişkisi vardır. Yani feodal bey; köylünün efendisi, bir anlamda onu öldürme hakkına sahip olmasa da; toprakla birlikte alıp satma hakkını elinde bulunduran sahibiydi.

 

Feodal toplumda, pazar ilişkileri bulunmakla birlikte esas olarak pazar için değil; doğal tüketim için üretim yapılmaktaydı. Bu nedenle feodal beyler daha büyük miktarda artık ürüne el koymak için, mümkün olduğu kadar çok fazla köylüyü egemenlikleri altına almak ve bunun için de; yeni toprakları savaş yolu ile ele geçirmek ve zorundaydılar.7

 

Feodal toplumun bünyesinde doğan kapitalizm, serfleri ve kendi topraklarında çalışan köylülerin büyük çoğunluğunu mülksüzleştirdi ve üretim araçlarından kopartarak, kendi emeğini satmadan yaşayamaz durumda olan işçilere dönüştürdü. Serfler ve öteki köylüler feodal beyin egemenliğinden, kişisel bağımlılık ilişkilerinden ve ekonomi dışı zora dayalı sömürüsünden kurtuldular; yani ''özgür'' bireylere ya da giderek burjuva cumhuriyetlerinin ''özgür'' yurttaşlarına dönüştüler. Aslında bu ''özgürlüğün'' esası, işçinin; feodal kişisel bağımlılık ilişkilerinden koparak, kendi emek gücünü, zaman zaman sınırlansa da; istediği yerde ve istediği sermaye sahibine satma özgürlüğüdür. Kuşkusuz bu bile, objektif anlamda feodal üretim ilişkilerine göre büyük bir tarihsel ilerlemedir.8

 

Kapitalist toplumda, emek gücü artık pazardaki herhangi bir meta gibi, alınıp satılan bir metadır. Kapitalizmde, feodal toplumun aksine; artık esas olarak doğal tüketim için değil, satmak için; yani pazar için üretim yapılmaktadır.

 

Fakat işçi, kendi emek gücünü sermaye sahibine satarken; kendi geçimini sağlamak için harcaması gereken emek gücü dışında, kapitalist için artı-değer üreten bir artı emek gücü harcamayı da kabul etmektedir. Tıpkı bir serfin kendi gereksinimi dışında, feodal bey için artık bir ürün üretmesi gibi, işçi de artı emek gücü harcayarak, kapitalist için artı-değer üretmek zorundadır. Yoksa işçi sadece kendi tüketimi için üretim yapmış olurdu. Bu durumda da, kapitalist için ortada satıp kâr sağlayacağı artık bir ürün olmazdı. Kâr sağlamayan bir üretim ise, kapitalist için elbette anlamsız olurdu.9 Bir köle sahibinin, kendisini bile besleyecek derecede ürün üretmeyen bir köleyi beslemesinin anlamsızlığı gibi; kapitalistin de, kendi geçimini sağlamaktan öte artı-değer üretmeyen bir işçiyi çalıştırması anlamsızdır. Artı-değer, üretim sürecinde üretilip, değişim sürecinde kâr olarak gerçekleştirilir. Bu nedenle işçilerin sömürülmesi, kölelerin ya da serflerin sömürülmesi gibi görülür değildir.

 

Feodal toplumda feodal bey köylünün artı ürününe ekonomi dışı zor ya da siyasal zor yoluyla el koyarken, kapitalist, işçinin ürettiği artı değere, esas olarak ekonomik zor yoluyla el koymaktadır.10 İşçi çalışmadan yani emek gücünü satmadan yaşayamaz durumda olduğu için, kapitalist için artı değer üretme sürecine katılmak zorundadır.11

 

Sınıflı toplumlarda, artı-ürüne ve artı-değere farklı el koyma biçimleri baskın olsalar da, bu; tek bir biçimin herhangi bir toplum aşamasında saf ve biricik biçim olarak bulunduğu anlamına gelmez. Devletin ortaya çıktığı aşamadan itibaren, çıplak zorun yanında; dolaylı ya da direk siyasi zorun kullanıldığını kabul etmek gerekir. Keza ekonomik zorunluluk, her zaman emekçiler için zorlayıcı bir faktördür. Kapitalist toplumda da, ekonomik zor baskın bir el koyma biçimi olmakla birlikte, bu siyasi ve çıplak zorun tümden yadsındığı anlamına gelmez. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde hiç gelmez. Nitekim Marks, kapitalist ilkel birikim sürecinde de siyasal zorun kullanıldığını belirtir:

 

Ekonomik ilişkilerin sessiz baskısı, emekçinin, kapitalistin boyunduruğu altına girmesini tamamlar. Ekonomik koşuların dışında doğrudan doğruya kuvvet, kuşkusuz hâlâ kullanılır, ama ancak ayrıksın durumlarda. İşlerin olağan gittiği sıralarda, emekçi, "üretimin doğal yasalarına" terkedilebilir; yani üretimin kendi koşullarının yarattığı, güvence altına aldığı ve sürdürdüğü bir bağımlılığa, sermayeye olan bağımlılığına bırakabilir. Oysa kapitalist üretimin tarihsel oluşumu sırasında, durum, başka türlüdür. Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri "düzenlemek", yani bunu artı-değer yapımına uygun sınırlar içinde tutmak, işgününü uzatmak ve emekçinin kendisini normal bir bağımlılık durumuna sokmak için, devletin gücünü daima kullanır. Bu, ilkel birikim denilen şeyin esas öğelerinden biridir.“ 12

 

Faşist rejimlerde artı-değere el koyma biçimi

 

Ekonomik ve siyasi kriz üzerinden yükselen faşist rejimlerin, adeta tarihte ortaya çıkan, artık ürüne ve artı-değere el koyma biçimlerinin bileşik bir tarzını geliştirdiklerini görüyoruz. Yani çıplak zor, siyasi zor ve ekonomik zor biçimleri yoğunlaştırılmış biçimleriyle aynı toplumsal süreçte kullanılmıştır. Keza, faşist rejimlerde şef ile halk arasında, köleci ve feodal toplumlardaki efendi-köle-serf ilişkisine benzer bir özel bağımlık ilişkisinin yaratıldığını da görüyoruz.

 

İtalya'da silahlı faşist milisler; ilk önce kır burjuvazisinin hizmetinde tarım işçilerine karşı kullanıldılar. Daha sonra bu milisler ulusal çelişkilerin yaşandığı Trieste bölgesinde faaliyetlerine devam ettiler. Faşist milislerin kırsal alanda işçi sınıfının eylemlerini ve örgütlülüğünü şiddet ve terörle ezme saldırıları başarılı sonuçlar alınca, İtalyan tekelci burjuvazisi faşist milisleri şehirlerde; işçi sınıfı ve sosyalist harekete karşı kullanmaya başladı. Şehirlerde de, fabrikalara, işçi grevlerine, eylemlerine ve örgütlülüğüne saldırılar geliştirildi. Almanya'da Nazi milislerinin ilk hedefi işçi sınıfı hareketi ve komünist hareket olmuştur. Her iki faşist rejim altında işçi grevleri yasaklanmış ve gerçek işçi sendikaları ya kapatılmış ya da işçi önderlerinin tasfiyesi ile devlet sendikalarına dönüştürülmüşlerdir.13 İşçiler tasfiye edilen bağımsız işçi sendikalarının yerine, korporatist anlayışla kurulan faşist sendikalara, çoğunlukla zorla üye yapılmışlardır. Dahası öyle bir sistem kurulmuştur ki, faşist parti ya da bu partinin herhangi bir örgütüne üye olmayan ya da referansı olmayan kişilerin iş bulması bile mümkün olmamıştır.

 

Bu politikanın hedefi, işçi sınıfın sermaye karşısındaki direncini kırarak, emek gücünün değerini ucuzlatmak ve bu temelde kâr oranını artırarak, burjuvazinin sermaye birikim imkanını genişletmekti. Ekonomik krizden çıkış ve emperyalistler arası rekabette başarılı olmak için, emek gücünün ucuzlatılması ve işçi sınıfının kontrol altına alınması, kuşkusuz tekelci sermaye için yaşamsal bir öneme sahipti. Faşizm bunu esas olarak, ekonomi dışı zor yani siyasi-çıplak zor yolu ile gerçekleştirmiştir. Faşizmin işçi sınıfı ve sosyalist harekete olan düşmanlığının kaynağı burada yatmaktadır. Yani aslında faşizmin düşmanlığı, sermaye sınıfının çıkarlarına dayanan bir düşmanlıktır. Ki bu da, faşizmin sınıfsal niteliğini ortaya koymaktadır.

 

Faşizm sadece işçi sınıfının, şiddet ve terörle baskı altına alıp, onu sermayenin emirinde çalışan bir ordu haline getirmek için çalışmamıştır. Faşizm zorunlu çalışmayı, köleliği de geri getirmiştir. II. Dünya Paylaşım Savaşı'nda, Avrupa'nın pek çok ülkesinden ama özellikle; Polonya, Ukrayna ve Sovyetler Birliği'nin halkalarından yaklaşık 13 milyon kadın, erkek ve çocuk çalıştırılmak üzere, Nazi Almanyası tarafından zorla esir alınıp Almanya ve Avusturya'ya götürüldü.14 Toplama kamplarındaki Yahudiler, savaş esirleri ve siyasi mahkumlarla birlikte zorla çalıştırılmak zorunda bırakılan insanların sayısı 6 yılda toplam 20 milyonu bulmuştur.15 Zwangsarbeiter(zorunlu işçi) kavramıyla ifade edilen bu kategori içinde Nazi Almanyası döneminde çalıştırılanlar, savaş sonrasında yapılan araştırmalarda şu şekilde gruplandırılmışlardır: ''Ayrıcalıklı yabancılar, zorla çalıştırılanlar, köle olarak çalıştırılanlar ve kölelikten daha kötü durumda çalıştırılanlar (less-than-slaves).''16 Her ne kadar Nazi rejimi ya da diğer faşist rejimler bu “zorunlu çalışma” durumuna, burjuva hukuku içinde bir kılıf oluşturmaya çalışmışlarsa da, gerçek şu ki; bu insanların çok büyük bir kısmı kelimenin tam anlamıyla köle olarak; hatta kölelikten daha kötü bir statüde çalışmak zorunda bırakılmışlardır. Sözde zorunlu olarak çalıştırılanların bir bölümüne ücret ödenmiştir, ancak vergi, beslenme ve barınma kesintileri ile ortaya çıkan durum; gerçek bir angarya çalışma durumdur. Bu insanlar sürekli açlık, taciz ve işkence altında çalıştırılmış, çoğunluğu da bu kötü koşullar nedeniyle ölmüştür. Ki aslında, Yahudiler, siyasi mahkumlar ve savaş esirleri için çalışma alanları; bir tür yok etme alanı olarak düşünülmüştür. Egemen kılınan ırkçı-faşist ideoloji doğrultusunda; 'Untermensch'' yani ''alt insan'' olarak nitelendirilen bu insanlar, sadece büyük fabrika ve işletmelerde çalıştırılmadılar.17 Sıradan Alman vatandaşları da, özel işlerinde çalıştırmak üzere; belirlenmiş köle pazarlarından istediklerini seçip alabilirlerdi.18

 

Sadece Nazi Almanya'sı değil; faşist Japon rejimi de; başta Koreliler olmak üzere, Çinli ve Çinhindi ülkelerinden milyonlarca insanı köle olarak çalıştırmıştı. Özellikle binlerce Koreli ve Çinli kadın seks kölesi olarak kullanılmış ve çok ağır şartlar altında yaşamaya mecbur edilmişti.

 

İtalya'da Mussolini, yeni sömürgeler kazanmak yolu ile eski köleci Roma imparatorluğunu yeniden kurma hayalleri kurmuştu. Libya ve Habeşistan'ın işgaliyle bu hayalini kısmen de olsa gerçekleştirmişse de, bu kalıcı bir başarı değildi. Mussolini'nin uygarlık anlayışı köleci Roma'nın uygarlık anlayışından ileri değildi. Onun için başta Roma uygarlığının mirasçısı olarak İtalyan ulusu ve bazı Avrupalılar dışındaki dünya; ''barbar'' bir dünyaydı. Roma geleneğinin ''barbarlara'' biçtiği statü elbette kölelik statüsüydü.

 

Faşizm her yerde, ırkçı-şoven zihniyetle bir ''alt insan'' kategorisi oluşturmaya çalışmıştır. Siyasal ve askeri düşman kategorisinden öte, sosyal yapıda, ırksal, fiziksel, dinsel, kültürel ya da cinsel faktörlerle damgalanmış bir ''alt insan'' kategorisi oluşturma eğilimi, faşizmin en özgün eğilimlerinden biridir.19 Böylece, emekçiler ve yoksul kitleler yaratılan bu ''alt insan'' kategorisinde olmamayı, ''uygar ve tescil edilmiş bir toplumun'' üyesi olmayı; bir lütuf, bir üstünlük olarak görüp, faşist rejime eğilim göstermişlerdir. Bir Alman işçisini düşünelim, belki alt sınıfta yer almaktadır ama aşağılanan Yahudi ya da Slav'la aynı ırktan değildir. Tersine Alman zenginleriyle aynı ''üstün Aryan ırkının'' ve Alman ulusunun bir mensubudur. Böylesi büyük bir ''onur'' karşılığında; fedakarca çalışmak ve yöneticilere itaat etmek elbette normal karşılanacaktır.20

 

Mussolini ve diğer İtalyan faşistleri, İtalyan faşizminin sömürge savaşlarını ve diğer emperyalistlerle çatışmasını ''Proleter İtalyan ulusunun kapitalist uluslara karşı savaşı''21 olarak tanımlamışlardır. Ancak unutulmamalıdır ki, Mussolini'nin burada kast ettiği modern proleter değil, Roma döneminin proleteridir. Roma döneminin proleterleri, mülk sahibi, zengin ve özgür Roma vatandaşlarından sonra gelen; mülk sahibi olmayan, ücretli çalışarak geçimini sağlayan özgür Roma vatandaşlarıdır. Antik Roma'da üretici emekçi sınıf köle sınıfıdır. Marks'ın iktisatçı Sismondi'den aktardığı şu cümle, Roma proletaryasının statüsünü açıklıyor: ''Romalı proletarya, toplumun sırtından geçiniyordu; oysa modem toplum proletaryanın sırtından geçiniyor.''22 Mussolini için proleter, yoksul ama özgür, gururlu ve ''parlak Roma uygarlığının'' özgür vatandaşıdır. Mussolini, modern İtalya'nın proleterlerini, ''kutsal Roma'' vatandaşlığı ile ödüllendiriyor, ama bunun karşılığında da onlardan; sınıf mücadelesinden uzak durarak, Romalı zenginlerin yerini alan burjuva efendilerine karşı itaatkar olmalarını istiyordu. O, diğer emperyalistlerle çatıştığı zaman, yayılmacı ve saldırgan siyasetini gizlemek ve İtalyan işçi sınıfını ve yoksullarını kazanmak için bu kavrama başvurdu. Ancak madalyonun diğer tarafında, fethine çıktığı sömürge ülkelerdeki köleleştirilecek insanlar vardı. Romalı proletere yapılan referans, İtalyan işçi sınıfını ve yoksullarını kendi suçlarına ortak etme amacına yönelikti. Çünkü, Mussolini, sömürgeleştireceği ülkelerdeki toprakları İtalya'nın topraksız köylülerine ve yoksularına dağıtmayı vaat ediyordu.

 

Togliatti'nin İtalyan faşizminin işçi sınıfı karşısındaki politikaları ile ilgili tespitleri oldukça önemlidir. Şöyle diyor Togliatti:

 

''Faşist sendikalar faşizmin başlıca kitle örgütleridir... Faşizmin her zaman sendikal örgütler kurma yönünde bir eğilimi olmuştur...Faşizm her zaman işçi katmanlarını—fabrika işçilerini, çiftlik işçilerini v.b.— doğrudan etkileyebilme ve örgütsel bir biçim altında onları kendisine bağlayabilme sorununu karşısına koymuştur. Bu eğilim faşizmin özgül niteliklerinden biridir(abç).''23

 

Peki faşizmin bu özgül eğiliminin kaynağı nedir? Ya da Togliatti'nin ifadesiyle ''Faşizmde neden sendikal örgütler kurma eğilimi vardır?'' Kuşkusuz faşizm kitlesel desteğini genişletmek istiyordu, bu nedenle toplumun önemli bir kesimini oluşturan işçi sınıfını kazanması bir zorunluluktu. Fakat faşizmin işçi sınıfına karşı yaklaşımını belirleyen esas unsur kitle politikası değil, sınıf politikasıdır. Faşizm özünde ve nihayetinde tekelci sermayenin karşı devrimci sınıf hareketidir. Ve bu hareket, sermayenin çıkarları gereği, doğrudan doğruya artı-değerin üreticisi olan sınıfa karşıdır. Togliatti'nin bu yukarıda sorulan sorulara cevabı şöyledir:

 

''Faşist sendikaların alanı, faşist diktatörlüğün ve faşizmin yapısı içinde en hareketli alandır; en hareketlisidir çünkü orada sınıfsal ilişkiler doğrudan ve derhal yansıtılmaktadır.''24

 

1933 yılında işçi sendikalarının ortadan kaldırılmasından sonra kurulan faşist ''Alman Emek Cephesi'' (DAF) kurulduğu yıl, kendi kuruluşunun esasını da dile getiren bir açıklama yapmıştı. En önemli görevini şöyle ilan ediyordu DAF: 'Nasyonal sosyalizm karşılaştığı her yerde sınıf mücadelesini yok edecektir.''25 Kuşkusuz, faşist hareket için sınıf mücadelesi, işçi sınıfınnın ekonomik-demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi demektir. Ki faşizmin yok etmek istediği tam da budur.

 

Faşizmin bu modern zamanda köleliği geri getirmesi çok mu anlaşılmaz bir şeydir? Öyleyse modern kapitalist toplumun verilerine bir bakalım:

 

''Birleşmiş Milletler Genel Kurulu sırasında açıklanan veriler, 2016 yılında dünyada 40 milyonu aşkın kişinin modern kölelik mağduru olduğunu gösteriyor...

Araştırma sonuçlarına göre modern köleliğin 40 milyon mağdurundan yaklaşık 25 milyonu zorla çalıştırılırken 15 milyon kadarı da zorla evlendirilmiş kişilerdir.''26

 

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından geliştirilen bir kavram olan zorla çalıştırma ya da modern kölelik kavramı; insanların (kadınların ve erkeklerin, kız ve erkek çocuklarının) şu şartlar altında çalıştırılmasını kapsar: i) Bireyin kendi özgür iradesi dışında çalıştırılması. ii) İşverenler veya aracıları tarafından şiddet, tehdit veya sürekli borçlandırılarak çalıştırılması. iii) Kimliklerinin veya pasaportlarının, yetkililere ihbar etme tehdidiyle işverenlerin veya aracılarının elinde tutulması yolu ile çalıştırılması.

 

Günümüzde kölelik uygulaması hem de, less-than-slaves haliyle; Ortadoğu bölgesinde ortaya çıktı. Bilindiği üzere, kökleri El Kaide'ye dayanan ancak 2013 yılından itibaren Irak'ta, uluslararası bir organizasyonun desteğiyle büyük bir sıçrama yapan ve 2011 yılında başlayıp halen sürmekte olan savaşla birlikte Suriye'ye de yayılan IŞİD, özellikle işgal ettiği Şengal'de binlerce Ezidi kadın, erkek ve çocuğu kaçırarak bir kısmını katletti önemli bir kesimini ise köleleştirdi. IŞİD köleciliği, köle pazarları ve şiddet uygulamalarıyla adeta tarihteki uygulamaların günümüzde canlanmış haliydi. IŞİD, bu kölelik uygulamasını İslam hukukuna ve ortaya çıkışından bu yana uygulana gelen baskın İslami geleneğe dayandırmaktadır. Her ne kadar İslam dinin köleliği kaldırdığını ve IŞİD'in bu uygulamasının İslam'la bağdaşmadığını iddia eden kesimler varsa da, Kuran'da köleliğin kaldırıldığına dair bir ayet yoktur. Daha çok kölelik sisteminin reforme edilmesine yönelik ayetler vardır. Reformist kesimler dışında, İslam dünyasının büyük kesimi hala, bu dinin ortaya çıkışında ortaya konulan dünya görüşünü ve ideolojiyi hemen hemen aynı şekliyle korumaktadır. IŞİD, kölelik uygulamalarını özellikle savaşlarda esir alınanların köleleştirebileceğini bildiren Kuran ayetlerine dayandırmaktadır. İşin gerçeği günümüzde, resmi İslam anlayışı da, büyük ölçüde Selefistlerle aynı İslam hukukunu benimsemektedir. IŞİD köleciliği yoğun bir vahşet içermesine rağmen, genişleme olanağı bulamadı. Bununla birlikte bu uygulamalar, bir bütün olarak İslam dünyasının bu çağda bile; kölelik uygulamasını kolaylıkla canlandırabilecek bir inançsal ve kültürel dokuya sahip olduğunu gösterdi. Günümüz Türkiyesinde görüldüğü gibi, bu uygun atmosfer faşist hareketlerin gelişmesi için çok uygun bir zemin sunmaktadır.

 

Artı-değere el koyma biçimi; zorunlu olarak ona uygun bir hukuk ve idari sisteminin, zor-baskı mekanizmasının ve ideolojik aygıtın oluşturulmasını gerektirir. İşçi sınıfını sermaye sınıfı karşısında dirençsiz bırakarak çalışmaya zorlamak ya da milyonlarca insanı karın tokluğuna, köle statüsünde çalıştırmak için; devlet, işçi sınıfının direncini kıracak ya da insanları tutsak edip, kaçmalarını engelleyecek ve gerektiğinde cezalandıracak bir zor aygıtını oluşturmak zorundadır. Ayrıca, bu düzeyde zorun kullanılmasını ''meşru'' kılacak bir hukuk ya da hukuksuzluk sistemi gereklidir. Toplumun da, insanların köle statüsünde zorla çalıştırılmasını benimsemesi ve bu yönde devletle uyumlu çalışması zorunludur. Bunun için, yeni bir ideolojiye ve kültüre ve bunları topluma benimsetecek bir hegemonyaya aygıtına ihtiyaç vardır. Anlaşılacağı üzere artı-değere ve artı-ürüne el koyma biçimi ile devletin tipi kadar, devletin biçimi arasında da doğrudan bir bağ vardır. Köleci ve feodal toplumlarda; ekonomi dışı zor yani siyasal ve çıplak zora dayalı el koyma biçiminin uygulanması için; olağanüstü bir devlet biçimine ihtiyaç olmayabilirdi. Ancak kapitalist toplumda, üretim ilişkileri ve kültürel düzey, faşizm gibi bir olağanüstü bir rejimi zorunlu kılar.

 

Kapitalizm ve kriz

 

Kapitalist toplumda kriz kavramı, sermaye birikiminin ya da ekonomik genişleme sürecinin kesintiye uğramasını veya tıkanmasını ifade eder. Başka bir ifadeyle; ''ekonomik konjonktürdeki yön değiştirmeyi yani genişleme ya da sürekli bir ilerleme döneminden uzun ya da kısa bir bunalım veya daralma evresine geçişi tanımlar.''27 Krizler, toplumsal yaşamda pratik olarak; üretimin daralması, çok sayıda işyerinin iflası, banka sisteminde ve borsada çöküş, ücretlerin gerilemesi, kitlesel işsizlik, yoksulluk, sosyal gerginlik ve patlamalar şeklinde kendilerini dışa vururlar.

 

Sismondi gibi bir iki istisna dışında; 19. yy klasik burjuva iktisatçıları, krizlerin kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklandığını görememişlerdir. Klasik iktisatçılara göre ''serbest piyasa'' hiç bir dış müdahaleye gerek duymaksızın doğal bir arz-talep dengesi oluşturur ve aşırı üretim ya da eksik tüketim söz konusu olmaz. Dolayısıyla bu iktisatçılara göre, kapitalist sistemde kriz bir kaza, ya da dışsal müdahaleden kaynaklanan bir sorundur. Krizlerin bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından yani iç çelişkilerinden kaynaklandığını bilimsel ve bütünlüklü olarak açıklayan ilk iktisatçı Karl Marks'tır. Marks'ın kriz teorisi ile ilgili özel bir çalışması yoksa da, onun kapitalist üretim tarzının yapısını açıklayan teorisi, aynı zamanda bir kriz teorisidir. Çünkü kapitalizmin işleyiş yasalarının açıklanması; aynı zamanda onun içinde barındırdığı çelişkilerin dolayısıyla krizlerin açıklanması demektir. Marks'ın kriz teorisi esas olarak üretken kapitalizmim krizlerini açıklar. Ancak bununla birlikte Marks, giderek gelişen kredi sisteminin ve banka sermayesinin krizdeki rolünü de görmüştür.

 

Marks-Engels ve bazı iktisatçılar kapitalist sistemin 7-10 yıllık periyotlarla çevrimsel krizler ve 30-40 yıllık uzun devinimli kronik bunalım dönemleri ya da çalkantılar yaşadığını görmüşlerdi. Marks bütün bu devresel krizlerin ve kapitalizmin nihai krizinin, bu toplumun yapısında bulunan üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkidenkaynaklandığını belirtir. Kapitalist toplumda, fabrikalarda bir arya gelen ve bir toplumsal işbölümü içinde birbirilerine bağlanmış işçiler eliyle gerçekleşen üretimin sosyal niteliği ile; bu üretimin ürünlerinin kapitalistlerce özel mülk edinilmesini sağlayan üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir bu.

 

Kapitalist toplumun temel yasası, artı-değer yasasıdır. Yani sermaye, işçinin artı emeğinin ürünü olan artı-değere el koymadan var olamaz. ''Burjuva sınıfın varlığının ve egemenliğinin esas koşulu, sermayenin oluşması ve çoğalmasıdır; sermayenin koşulu, ücretli emektir.''28 Kapitalist toplumdaki krizlerin kaynağı tam da; bu sermayenin oluşması ve çoğalması başka bir deyişle sermaye birikimi sürecinde ve bu süreçte burjuva sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki ilişkilerde yatmaktadır. Dolayısıyla; kapitalizmin krizleri üzerinde gelişen bir siyasal rejimin tahlili, özünde sermaye birikim sürecinin ve emek ile sermaye arasındaki sınıf mücadelesinin tahlilidir.

 

Biliyoruz ki, kapitalist kendi tüketimi için değil, piyasada satmak için meta üretmektedir. Kapitalist toplumda piyasa ya da pazar, aslında tüm toplumu kapsayan bir ekonomik bütündür. Dış pazarı bir yana bırakırsak, kapitalist, metaları üreten işçilerin de içinde önemli yer tuttuğu toplumun tüketim talebine karşılık üretim yapmaktadır. Ancak kapitalist; bir toplumsal hizmeti ya da görevi yerine getirmek için değil, sadece ve sadece bireysel kâr elde etmek için üretime yatırım yapar. Buna bağlı olarak kapitalist, elindeki sermayeyi; faizden daha yüksek bir gelir getirecek ve işgücünün de yeterli bir kâr oranını sağlayacak düzeyde ucuz olduğu koşullarda üretime yatırır. Ve yine kapitalist, en yüksek kâr oranını sağlayacak alanlara yatırım yapmayı tercih eder. Kâr amaçlı bu üretim biçimi ve yönetimi, sonuç itibariyle kendi gelişmesini köstekleyen çelişkileri de birlikte üretir.

 

Kapitalist ekonomiyi konjonktürel dalgalanmalar karşısında kırılganlaştıran ve krizlerin oluşumunda önemli bir rol oynayan, dahası; kapitalizmin nihai bunalımının maddi temelini de oluşturan çelişkiler; bizzat kapitalist üretim ve sermaye birikim sürecinde yer almaktadırlar. Yukarıda belirtildiği gibi, kapitalist üretimin amacı kâr elde etmektir. Kârın kaynağı da, işçinin karşılığı ödenmemiş artı emeği ile üretilen ve kapitalist tarafından el konulan artı-değerdir. Bu durumda kapitalistin kârının artması için, artı-değer oranın ya da işçinin sömürülmesi oranının arttırılması gereklidir. Marks, işçi sınıfının mücadelesi ve diğer sosyal etkenler nedeniyle, kapitalistlerin çalışma saatlerini düşürmek zorunda kaldıklarını ve bu durumun, mutlak artı-değer üretimini bir düzeyde sınırladığını belirtir. Bu nedenle kapitalist, işçinin gerekli emek zamanını kısaltarak; artı-değer oranını (nispi artı-değer oranını) arttırma yoluna başvurur. Nispi artı-değer artışı, işçi ücretlerinin düşürülmesi veya iş yoğunluğunun arttırılması yolu ile sağlanabilir. Ancak yine işçi sınıfının direnci ve sosyal sınırlar nedeniyle; olağan koşullarda ücretlerin siyasi baskıyla düşürülmesi zordur. Faşizm gibi olağanüstü rejim koşullarında ise, ücretlerin düşürülmesi ve hatta mutlak artı-değer üretimi rahatlıkla sağlanabilir. İş yoğunluğu da, gelişmiş makinaların kullanılması ve yeni üretim organizasyonu ile arttırılabilir. Fakat, kapitalist için, nispi artı-değeri arttırmanın en etkili yolu, işçinin ve ailesinin geçim araçlarının fiyatlarını ucuzlatmaktır. Bu da; ancak emeğin verimliliğinin arttırılması yoluyla sağlanabilir. Sadece artı-değer oranının arttırılması için değil, aynı zamanda; artı değerin kâr olarak gerçekleştiği pazarda rekabet gücü kazanmak ve pazar payı ile birlikte, mutlak kâr kitlesini arttırmak için de; kapitalistin ürettiği metaların fiyatlarını ucuzlatılması ve bunun içinde emeğin verimliliğini arttırması gereklidir. Emeğin verimliliği ise; üretici güçlerin geliştirilmesi ve büyük ölçekli üretimle sağlanır. Bunun pratikteki anlamı, giderek büyüyen üretim birimlerinde, artan oranda gelişmiş makinalara dayalı üretimin yapılmasıdır. Giderek büyüyen ve yoğunlaşan bu kapitalist üretim, sermaye birikiminin büyümesi anlamına gelir. Bu birikim sürecinde meydana gelecek bir tıkanma ya da kırılma, ekonomik ve sosyal yapıda bir kırılma ve çöküşe yol açar.

 

Üretimde artan oranda makina kullanımı emeğin verimliliğini arttırmakla birlikte, sermayenin bileşiminde niteliksel bir değişime yol açar. Marks, kapitalizmin devresel ve nihai krizlerinin açıklanması açısından büyük önem taşıyan bu değişimi; kapitalist üretimin bir yasası olarak tanımlar:

 

''...kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, değişen sermayede, değişmeyen sermayeye, ve dolayısıyla, harekete geçirilen toplam sermayeye oranla nispi bir azalma olması kapitalist üretimin bir yasasıdır.''29

 

Sermayenin yapısındaki bu değişken niteliksel durumu, Marks, sermayenin organik bileşimi olarak nitelendirir. Üretimde kullanılan üretim araçlarının kitlesinin canlı emek kitlesine oranın artması, yani sermayenin teknik bileşiminin yükselmesi; üretim araçlarına yatırılan sermayenin (değişmeyen sermayenin) değerinin; işgücüne yatırılan sermayenin (değişen sermayenin) değerine oranın, yani sermayenin organik bileşiminin de yükselmesine yol açar. Bu da, artı-değer ve sömürü oranı aynı kalsa bile, sermayenin kâr oranın düşmesi yönünde bir eğilim oluşturur. Daha genel bir ifadeyle: ''Kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, bu nedenle, kar kitlesi, kullanılan sermayenin büyüyen kitlesiyle birlikte arttığı halde, kâr oranı düşer.30

 

Kâr oranındaki bu genel düşme eğiliminin yanı sıra, yeni teknolojilerin kullanılması ile oluşan görece yüksek kâr oranı, bu teknolojinin giderek diğer kapitalistler tarafından kullanılması ve genişleme döneminde istihdam artışıyla işçi sınıfının güç kazanması sonucunda; yine ortalama kâr seviyesine doğru bir düşme eğilimi gösterir. Bu eğilim yeni teknolojilerin geliştirilmesine dek sürer. Diğer yandan, kapitalistler; işçi sınıfının, piyasadaki tüketim talebinin oluşumunda önemli bir payı olduğu gerçeğini dikkate almadan, sürekli olarak bu sınıf üzerinde işgücünün ucuzlatılması yönünde baskı yapar ve işçilerin alım gücünü düşürür. Bu da genel efektif talebin düşmesine yol açar.31 Ayrıca, kapitalistler sürekli olarak yüksek kâr getiren alanlara yatırım yapma eğiliminde oldukları için, toplumsal ölçekte bir üretim planlamasına bağlı olmadan, bireysel kâr odaklı üretim yapan kapitalistler ya da kapitalist gruplar; doğal olarak bu yüksek kâr oranı sağlayan alanlara yönelirler.32 Bu durum, diğer etkenlerle birlikte, göreceli olarak yüksek olan kâr oranının ortalama kâr oranı düzeyine doğru düşmesine ve nihayetinde aşırı bir yatırım ve üretime yol açar. Kapitalistler, bu rekabetçi ve anarşik üretim yapısı nedeniyle; aşırı üretimi esas olarak, fiyatların düşmesi ya da bir ekonomik krizin oluşmasıyla gerçek anlamda fark ederler.

 

Üretim alanında beliren kâr oranındaki düşüş, finans piyasalarında hissedildiğinde, borsada düşüşe yol açar. Buna paralel olarak bankalar kredileri kısar ve faizler yükselir. Böylece daralma tüm alanları etkisi altına alır. Ya da tersinden, küresel çapta büyük bir finans piyasasının oluştuğu günümüzde sıklıkla karşılaşıldığı gibi, krize, finans piyasalarındaki aşırı yatırım ve aşırı kredi genişlemesi yol açabilir. Kapitalist yatırım mantığına uygun olarak, tahvillere, borsada yüksek kâr beklentili alanlara yapılan aşırı ve spekülatif yatırımlar veya bankalar tarafından bu alanlara açılan geniş krediler; reel durumla çatıştığında, oluşan finans balonu patlar ve bir ekonomik krizi tetikler.33

 

r oranın düşmesi yönündeki genel eğilim, pazardaki konjonktürel dalgalanmalar ve özellikle işçi sınıfının ama aynı zamanda tüm halk kesimlerinin ekonomik-demokratik mücadelesi sonucunda ücretlerde meydana gelen artışla birleşince, kriz kaçınılmaz olur. Kapitalizmin iç devinimiyle oluşan kriz durumunu Marks daha ayrıntılı olarak Gruddrisse'de ortaya koyar:

 

''rın bu azalışı, doğrudan emeğin yeniden-ürettiği ve yeni getirdiği nesneleşmiş emeğin büyüklüğüne oranla doğrudan emeğin azalması anlamına geldiği için, genel olarak sermayenin büyüklüğüne oranla canlı emeğin küçüklüğünü, dolayısıyla da, kâr olarak gösterilmiş artı-değerin gerekli sermayeye oranla küçüklüğünü önlemek için sermaye her yola başvuracak; bunun için gerekli-emeğin payını azaltarak, kullanılan tüm emekle ilgili olarak artı-emeğin niceliğini durmadan daha çok genişletecektir. Bu yüzden üretken gücün en yüksek gelişmesi ve onunla birlikte var olan servetin en büyük artışı, sermayenin değersizleşmesi ile, işçinin saygınlığını yitirmesi ve yaşamsal güçlerinin sistemli olarak kurutulmasıyla çakışacaktır. Bu çelişkiler, patlamalara, yıkımlara, bunalımlara götürür ve bunlara işin bir an için durması ve sermayenin büyük bir bölümünün yok edilmesi sonucu, sermaye, yeniden hareket edebileceği bir düzeye zorla ulaşır.''34

 

Marks, düzenli olarak ortaya çıkan bu krizlerinin her yeni aşamada daha da ağırlaştığını ve nihayetinde bu krizlerin ''sermayenin zorla yıkılmasına'' yol açacağını belirtir.

 

Genel olarak tekelci kapitalizm aşamasında kriz şu önemli sonuçlara yol açar:

 

- Kriz hiçbir zaman işçi sınıfı, diğer emekçiler ve yoksul halk kesimleri ile; egemen burjuva sınıfları için aynı anlama gelmez. Birinci gruptakiler için kriz, işsizlik, açlık ve sefalettir. İkinci gruptakiler için ise; kârın azalması, sermaye birikim sistemin tıkanması veya bir bölüm sermayenin kaybedilmesidir. Küçük sermaye sahipleri belki; ancak büyük sermaye sahiplerinin kriz nedeniyle yoksullaşıp sefalete düştükleri artık görülmemektedir. İşçi sınıfı ve diğer halk kesimleri, kriz sürecinde büyük ölçüde kaderlerine terk edilirler. Bu kesimler kriz sonrasında önceki gelir düzeylerine tekrar ulaşabilirlerse ve biraz daha yükseltebilirlerse şanslı sayılırlar. Kısaca, kriz, egemen sermaye sınıfının iktisadi ve siyasi pratiğinin bir sonucu olduğu halde, oluşan yıkımın yükü halka yüklenir.

 

- Krize dayanamayan firmalar iflas eder ve krize daha dayanıklı firmalar bu firmaları çok uygun fiyatlarla satın alarak büyürler. Bu da, sermayenin ve sanayinin giderek büyük oranda merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını getirir.

 

- İşsizlik ve enflasyon nedeniyle, asgari ücret sınırına ve sendikalara rağmen; reel işçi ücretlerinde ve halkın alım gücünde düşme yaşanır. Genel anlamda işçi sınıfının ve diğer halk kesimlerinin ekonomik ve siyasal talepler uğruna mücadelesi siyasal iktidar tarafından baskı altına alınır.

 

- Tekelci kapitalizmin hizmetindeki devlet, kamu kaynaklarını bu tekellere aktararak onları iflastan kurtarır ya da krize karşı dayanma güçlerini pekiştirir. Teşvikler ve vergi indirimleriyle bu tekellerin yeniden yatırım yapacak duruma gelmelerini sağlamaya çalışır.

 

- Nihayetinde krizin dip noktaya ulaşması ve bütün bu önlemlerin etkisiyle, yeterli kârlılık düzeyi ve yatırım için uygun koşullar oluşur ve sermaye birikim sistemi işlemeye devam eder.

 

Krizin giderek sermayenin merkezileşmesine ve yoğunlaşmasına neden olduğunu, bunun da az sayıda tekelci sermaye grubunun ulusal ekonomideki ağırlığını giderek arttırdığını ve siyasal iktidarın giderek daha fazla oranda bu oligarşik yapının kontrolüne girdiğini; gelişmiş kapitalist ülkelerin tarihinden okuyabiliyoruz. Tekelci burjuvazinin ekonomiyi düzenleme kapasitesi dışında, liberal burjuvazinin hayalindeki devlet anlayışını fazlasıyla aşan bir müdahaleci devletin varlığına tanık oluyoruz. Bu oligarşik devlet yapısını, tekelci kapitalizmin, faşizme başvurmadan krizleri aşmak için oluşturduğu ara bir rejim biçimi olarak tanımlayabiliriz. Bu rejimler, özellikle 1970'li yıllardan sonra dünyada neo-liberal politikaların uygulanmasına öncülük ettiler, bu nedenle bu rejimleri artık burjuva demokrasileri olarak değil, oligarşik neo-liberal rejimler olarak nitelendirmek daha doğrudur.35 Krizleri radikal rejim değişiklikleri olmadan aşma kapasitesine sahip ileri kapitalist ülkelerden farklı olarak, ekonomik ve siyasi krizden çıkış için gerekli koşulları, göreceli gelişkin burjuva demokrasisi şartlarında oluşturulmakta yetersiz kalan ülkelerde, faşist rejimlerin ortaya çıktığını görüyoruz. I. Dünya Paylaş Savaşı sonrasındaki Almanya ve İtalya'nın durumu böylesi bir gerçekliğe işaret ediyor.

 

Faşizm, yaşanan kriz karşısında ''çaresiz'' kalan halka iki seçenek sunmaktadır: Ya ne zaman biteceği belli olmayan ekonomik-siyasi çöküntü altında kalıp ezilmek, ya da temel hak ve özgürlüklerden vazgeçip; diktatörlüğe ve ''kurtarıcı'' şefe biat etmek ve muzzaffer şefin komutasında düşmanlarla savaşıp, zengin toprakları feth ederek, ulusun tarihindeki ''şanlı, müreffeh'' dönemleri tekrar canlandırmak. İkinci seçenek, faşimin kriz karşısında halka sunduğu çözüm seçeneğidir. Yaşanan krizi ve düzensizliği, ulus açısında bir varlık yokluk sorunu olarak sunan faşizm; krizin sorumluğunu, ülkelerini işgal etmek ve uluslarını egemenlik altına almak isteyen dış düşmanlara yükler ve bu krizin üstesinden gelemezlerse; bunun uluslarının sonu olacağı şeklinde bir propaganda yürütür. Kuşkusuz emperyalistler arasındaki rekabet ve savaşlar sonucunda oluşan koşullar, faşist hareketin bu yönlü propagandasına fazlasıyla somut dayanaklar sunar. Almanya'nın I. Emperyalist Dünya Savaşında yenilmesi, topraklarının bir kısmını kaybetmesi ve ağır tazminatlar ödemek zorunda kalması, İtalya'nın ise bu savaşta ağır kayıplar vermesine ve kazananlar cephesinde yer almasına rağmen; savaş sonrası paylaşımdan dışlanması, faşist hareketin ''büyük emperyalist düşman tehdidi'' ve ulusal mağduriyet propagandasına fazlasıyla dayanak oluşturmaktaydı. Ancak, faşizm kendi devletinin de diğer emperyalist devletler gibi bir tehdit unsuru olduğunu ve oluşan savaşlarda sorumluluğunun olduğu gerçeğini halktan gizler. Naziler, Almanya'nın savaş tazminatı ödemesini büyük bir haksızlık olarak görmüşlerdi. Ancak, onlar; 19. yy'da Fransa'nın da Almanya'ya benzer şekilde büyük tazminatlar ödediği gerçeğini unutuyorlardı. Gerçekte faşizm, krizin kaynağını doğru bir şekilde tespit etmediği için, gerçek bir çözüm sunmak yerine, krizi daha da derinleştirecek epmeryalist bir savaşı çözüm olarak kitlelere sunmaktaydı.

 

Toplum hiçbir şekilde, krizin çöküntüsü altında ezilmek ya da faşist diktatörlük tarafından köleleştirilmek gibi; her ikisi de çözümsüzlük anlamına gelen seçeneklere mahkum değildir. Doğru seçenek kriz üreten kaynağı kurutmaktır. Yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyeti ve onun üstünde yükselen siyasal düzeni ortadan kaldırılmak; toplumsal mülkiyete ve planlı ekonomiye dayanan sosyalist bir toplum ve siyasal yönetimin kurmaktır. Kapitalizm, kriz ve faşizm karşısında gerçek alternatif budur. Faşizmin işçi sınıfı hareketine ve sosyalist harekete azgınca saldırmasının temelinde de bu alternatif olma konumu yatar. Elbette sosyalist seçenek kendiliğinden gerçekleşmez. İşçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket, doğru bir ideolojik-siyasi çizgi doğrultusunda kitleleri kazanıp, pratik bir alternatif oluşturamazsa, faşizm kitlelerin ''çaresizliğinden'' yararlanır ve onları büyük ölçüde propaganda ve terörle saflarına çeker.

 

Kapitalizmin gelişim tarihine baktığımızda, özellikle ekonomik bunalım dönemlerinin, hem üretici güçlerin hem de sosyal ve ulusal mücadelelerin gelişimi çizgisinde dönüm noktaları oluşturduklarını görürüz. Horkheim'ın bahsettiği; ekonominin ulusal ölçekte planlama ve organizasyon ihtiyacı gösterdiği durumun da; bu bunalım dönemlerine tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Kapitalizmin tarihinde dönüşüm noktası olarak kabul edilecek başlıca bunalım dönemleri şöyle özetlenebilir:

 

- Dünya çapında ilk ekonomik bunalım, İngiltere'de ticaret ve sanayi alanlarında başlayıp Avrupa'yı ve ABD'yi etkisi altına alan 1847-1848 ekonomik bunalımdır. Bu bunalım, Avrupa çapında sosyal kurtuluş hareketlerinin ve demokratik devrimlerin kıvılcımını çakmıştır.

 

- Almanya ve Avusturya'da 1873 yılında başlayan ikinci bunalım, 19'uncu yüzyılın en ağır bunalımıdır. Bu bunalım, serbest rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme, yani emperyalizme geçişin başlangıcını gösterir. Aynı zamanda; klasik sömürgecilik sisteminin dünya üzerinde; tam olarak bu dönemde yerleştiğini söyleyebiliriz.

 

- ABD kaynaklı 1929-1933 dünya ekonomik bunalımı ise, 20. yüzyılın tanık olduğu bunalımların en şiddetlisidir. Bu bunalım, Avrupa çapında klasik tipte faşist rejimlerin oluşmasında ya da gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır.

 

- II. Dünya Paylaşım Savaşı'nın bitimiyle başlayan ve yaklaşık çeyrek yüz yıl süren genişleme döneminden sonra; 1970'li yılların başında başlayan uluslararsı kriz ve sonrasında gelişen kronik bunalım dönemi. Üretim ve pazar üzerinde uluslararası ölçekte egemenlik kurmuş büyük sanayi ve finans kuruluşlarının, oligopol bir sisteme dayanan sermaye birikimi krizi. 90'lı yıllara kadar, 30 yıl süren dönemi; özellikle işçi sınıfı hareketinin ve dünyadaki devrmci-sosyalist hareketlerinin bastırılmasını önceleyen kapitalist emperyalist sistemin neoliberalist saldırı dönemi olarak görebiliriz.

 

- 2007-2008 yıllarında ABD'de patlak veren finans kriziyle ortaya çıkmış ve hala aşılamamış küresel ölçekli finans kapital krizi. Pek çok araştırmacı ve iktisatçı bu krizi ''1970'lerdekinin devamı olarak görmekteler: Otuz yıldan uzun süredir devam eden, ancak ve ancak belli kıymet balonları ve finansal spekülasyonun genişlemesi yoluyla, reel yatırımlar pahasına hasıraltı edilebilmiş bir üretim fazlası krizi.''36

 

1847-1848 ekonomik bunalımı ve kapitalizmin ilk olağanüstü devlet biçimi

 

1847-1848 ekonomik bunalımı sanayi devriminin olgunlaştığı bir süreçte ortaya çıktı. Demiryolu hisseleri ve üretimi daralan buğdayın fiyatları üzerinde gelişen spekülasyonlar nedeniyle İngiltere'de başlayan kriz, iflas dalgası eşliğinde tüm Avrupa'yı sardı.37 1845 yılında ortaya çıkan ve 1846 yılına kadar devam patates hastalığı; Avrupa’daki krizi tetikleyen diğer bir faktördür. Patates özellikle yoksul nüfus için önemli bir besin kaynağı olduğu için, bu hastalık pek çok Avrupa ülkesinde kıtlığa ve büyük çaplı ölümlere neden olmuştur.

 

19. yy'da ekonominin sürükleyici dinamiği sürekli geliştirilen buhar makinasıydı. Demiryolları ve maden ve metalurji sektörleri bu teknik ilerlemeye bağlı olarak hızla gelişti. Kâr oranı yüksek olan bu alanlara yatırım yapan sermaye sahipleri, özellikle demiryolları hisseleri üzerinde aşırı bir yatırıma neden oldular. Bu yatırım balonun patlaması, krizi tetikleyen en önemli faktör oldu.

 

Aynı süreçte, buhar makinalarının kullanılmasıyla fabrikaya dayalı üretim gelişti ve buna bağlı olarak da, sanayi burjuvazisi ve onun karşısında işçi sınıfı, toplumsal yapıda ağırlıklı bir konum kazandılar. Üretim tekniklerinin gelişmesine paralel olarak emeğin verimliliği ve bunun sonucunda üretim arttı. Fakat oluşan bu zenginlikten işçi sınıfı ve diğer emekçiler adil bir ölçüde yararlanmadı. Diğer yandan; başta monraşik devlet yapısı olmak üzere, feodal toplumun kalıntılarını bünyesinde taşıyan siyasal üst yapı kurumları, bu ekonomik-sosyal gelişmeye uygun düşmemekteydi. 1789 burjuva demokratik devrimiyle ilan edilen eşitlik, özgürlük, kardeşlik ideali; özellikle emekçi sınıflar için uygulanmaktan hayli uzaktı. Sanayi burjuvazisi ekonomik iktidarını tam bir siyasal iktidarla bütünleştirmek isterken, yeni yeni oluşmaya başlamış olan sosyalist ideoloji ve hareketlerin de etkisiyle, işçi sınıfı uzun ve ağır çalışma koşullarını iyileştirmek ve siyasal hak ve özgürlüklerini genişletmek istiyordu. Bu ekonomik-siyasal bunalım koşullarında; başta Fransa olmak üzere Avrupa çapında işçi sınıfının etkin olarak katıldığı devrimler yaşandı. Bu devrimler, işçi sınıfının henüz kendi iktidarını kuracak düzeyde ideolojik ve siyasal yetkinliğe sahip olmaması nedeniyle ilerletilemediler. Yine de; devrimci dönem sonucunda monarşik rejimler yıkıldı ve genel oy hakkına dayanan burjuva parlamenter cumhuriyetleri kuruldu. Avrupalı ulusalar birliklerini güçlendirdi ve ulusal devletler oluştu.

 

Yayınlanması ile birlikte işçi sınıfı hareketine ve sosyalist harekete yeni bir doğrultu kazandırmış olan Komünist Parti Manifestosu da; Marks ve Engels tarafından, tam da bu bunalım döneminin ortasında; Aralık 1847 - Ocak 1848 arasında yazılmıştır.

 

1847-1848 ekonomik bunalımı ve devrimci dönem sonunda oluşan siyasal bunalım, Fransa'da kapitalizmin tarihinin ilk olağanüstü devlet biçimini yani Bonapartist devletin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1848 yılında Cumhuriyetin ilan edilmesi ile, liberal burjuva kesimlerle sosyalist işçiler arasındaki zoraki ittifakında sonuna gelinmişti. İşçiler sosyal bir cumhuriyet istiyordu, burjuvazi için ise iktidarı ele geçirmek yeterliydi.38 Burjuvazi sosyal demokratlarla ittifak kurarak sosyalistleri yönetimden dışladı. Sosyalistler bir devrim denemesine giriştilerse de, bu girişim bastırıldı.39 Fakat, siyasal bunalım ve sınıflar arasındaki güç dengeleri, büyük burjuvazinin de, siyasal iktidarını koruyamayacak duruma düşmesine neden oldu. İşte bu koşulların hüküm sürdüğü 1851 yılında, Louis Bonaparte ordu, küçük toprak sahibi köylülük, lümpen proletaryaya ve deklase kesimlere dayanarak iktidarı ele geçirdi. Bonapartçı darbe, belki pratik anlamda büyük burjuvazi rağmen gerçekleşmişti, ancak darbe burjuvazinin çıkarlarına karşı değil, aksine onun uzun vadeli ekonomik ve siyasal çıkarlarının korunmasına yönelikti.

 

Bonapartist burjuva devlet biçimi, tekel öncesi kapitalizm koşullarında gerçekleştiği için, siyasal iktidarın büyük burjuvazi karşısındaki görece özerkliği, güçlü bir kitle partisine dayanmaması, totaliter olmayan yapısı, küçük burjuva kadroların yönetimdeki etkinliğin korunması gibi noktalarda faşizminden önemli ölçüde farklılaşır. Klasik faşist hareket, bir silahlı-siyasi hareket olarak esas olarak devlet dışında, ondan görece özerk bir konumda oluşur. İktidara gelip mali sermaye ile birleştiği durumda faşist devletin özerkliğinden bahsedilmez. Orduya değil siyasi polise dayanır. Bonapartist hareket ise, esas olarak devletin içinden çıkmıştır. Orduya ve bürokrasiye dayanması; bu hareketin burjuvazi karşısında daha fazla özerklik kazanmasını sağlamıştır. Her iki olağanüstü devlet biçimi, özellikle oluşum aşamalarında egemen burjuva sınıfı karşısında farklı düzeylerde bir özerk konuma sahip olsalar da, bu devletler nihayetinde egemen burjuva sınıfı ile birleşerek açık birer sermaye diktatörlüğüne dönüşürler. Ekonomik ve siyasal bunalım koşullarında yönetemez duruma düşen egemen burjuva blokunun, ekonomik hegemonyasını korumak ve siyasal hegemonyasını yeniden kurmak için; işçi sınıfı hareketini ve sosyalist hareketi hedefe koyarak, orta sınıflarla ittifak kurması açısından, Bonapartist rejim faşizmle ortak özellikler taşımaktadır. Bonapartist devletin faşist devlet biçimi ile ortak özelliklerinden birisi de, onun şoven, yayılmacı bir karaktere sahip olmasıdır. 

 

Engels'in, Bonapartçı devleti ortaya çıkaran özgün siyasal bunalım koşulları ilgili tespiti şöyledir:

 

''Eğer proletarya (1848'den sonra) Fransa'da daha hükümet edemiyor idiyse, burjuvazi de artık hükümet edemiyordu. Bu hiç değilse burjuvazinin çoğunlukla monarşik eğilimler taşıdığı ve üç hanedancı parti ile dördüncü cumhuriyet partisine bölünüp dağılmış olduğu dönemde böyledir. İç sürtüşmeler, maceracı Louis Bonapatrte'a bütün iktidar kalelerini -orduyu, polisi, yöneyim makinesini- ele geçirme ve Aralık 1851'de burjuvazinin son muhkem burcunu, Milli Mecslisi havaya uçurma imkanı verdi''40

 

Marks, 1847-1848 ve 1851 ekonomik bunalımlarıyla iyice paniklemiş olan büyük burjuvazinin, siyasal bunalım ve parlamentoda süren çekişmeler nedeniyle; parlamentodaki temsilcilerinden giderek koptuğunu; Bonaparte'in ise; burjuvazinin parlamentodaki temsilcileriyle çatışsa da, kendisini burjuvazinin ''düzen ve istikrar'' talebi doğrultusunda konumlandırdığını belirtir.

 

''... Anayasa suikastinden, koalisyondan, göçten, kapkaççılıktan ve devrimden meydana gelen bu akıl almaz ve gürültülü kargaşalık içinde, burjuvanın öfkeye kapılıp ''Sonu gelmeyen bir korku çekip durmaktansa, korkunç bir ölümle gitmek iyidir...'' diye haykırmasının nedeni kolayca anlaşılıyor. Bonaparte, bu çağrının anlamını kavramıştır.'' 41

 

Elbette Bonaparte, 1848'de proletaryanın ayaklanmasını bastırmış olan büyük burjuvazinin önderliğindeki kutsal ittifakın “Mülkiyet, aile, din, düzen“ kavramlarında ifadesini bulan programını biliyordu ve bu programa bağlı olduğunu her seferinde büyük burjuvaziye hatırlatıyordu: ''Fransa, herşeyden önce huzur istiyor. Yalnız içtiğim anda bağlı kalarak, andımın bana çizdiği dar sınırlardan ayrılmayacağım.''42

 

Bu koşullar içinde burjuvazi, bir süreliğine de olsa, ''kesesi ile tacı'' arasında tercih yapmak zorunda kalmıştır: Burjuvazi ''... sosyal gücünü bozulmadan korumak için, politik gücünü parçalaması gerektiğini, burjuvaların, sınıflarının ancak öteki sınıflar gibi politik yönden hiçliğe indirilmesi şartı ile, öteki sınıfları sömürmeye devam edebileceğini, kesesini korumak için, tacını yitirmek zorunda olduğunu, kendini koruyacak olan kılıcın, ayni zamanda başının ucunda sallanan Demokles kılıcı olduğunu kabul etmektedir.''43

 

Fransa ve Avrupa'daki sınıf mücadelelerinin tarihi, bu coğrafyada gelişen burjuva demokrasilerinin demokratik nitelik kazanmasında; özellikle işçi sınıfı hareketinin ve sosyalist hareketin mücadelesinin neredeyse belirleyici bir rol oynadığını göstermektedir. Burjuva siyasal rejimlerinin gericileşmesinin, tekel öncesi dönemde bile; oldukça gelişkin olduğunu söylebiliriz.

 

Nitekim; Fransa'da gerçekleşen 1848 devriminden sonra kurulan cumhuriyet; 1851 darbesinden sonra yıkılmış ve Bonaparte kendisini imparator ilan etmiştir. Marks, 1848 Şubat devriminin kazanımlarını yok eden Bonaparte darbesinin bu karşı devrimci niteliğine dikkat çeker:

 

''Şubat Devrimi 2 Aralık'ta bir düzenbazın oyunu ile yokediliverdi; yıkılmış gibi görünen monarşi değildi artık; yüzyıllık savaşlar pahasına monarşiden koparılan tavizlerdi aslında. Toplum, kendine yeni bir kapsam vereceği yerde, sonunda Devlet, ilkel şekline, kılıç ve kilisenin bayağı egemenliğine dönmüş görünüyor.44

 

1873 ekonomik bunalımı ve tekelci kapitalizmin ve çağdaş emperyalizmin doğuşu

 

19. yy'ın en şiddetli ekonomik bunalımı 1873 yılında Almanya-Avusturya'da başladı. ''Büyük depresyon'' olarak nitelendirilen bu bunalım, yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca Avrupa'yı etkisi altına aldı.1848 devrimlerinin ve proletaryanın yenilgisi sonrasında, 1850'den 1870'li yılların başına kadar, içerdiği çevrimsel krizlere rağmen, dünya ekonomisinde uzun sayılabilecek bir genişleme dönemi yaşanmıştı. Halbuki; Marks ve Engels, 1847-48 ekonomik bunalımının ve 1848 devrimlerinin kapitalizmin nihai yenilgisini getirebileceği yönünde ciddi bir beklenti içerisine girmişlerdi. Çok geçmeden krizin aşılması ve devrimlerin yenilgisiyle; Marks ve Engels özeleştirel bir değerlendirme içine girdiler. Engels, 1895'te döneme ilişkin şunları söyleyecektir: “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır...”45

 

Gerçekten de kapitalizm, 1847-48'de aslında üretici güçleri geliştirme yarışının henüz başında sayılırdı. Ve üstelik, sanayi devrimi; dünyayı bir yana bırakalım, Avrupa kıtasının bütününde bile henüz yaşanmamıştı. Kapitalizm, o günden bugüne gelişmesiyle birlikte sürekli ve giderek ağırlaşan krizler yaşadı. Ancak, yaşadığı çevrimsel krizlere rağmen kapitalizm, üretici güçlerin geliştirilmesi, işçi sınıfı ve genel olarak halkın ekonomik-siyasi mücadelesinin kontrol altına alınması, sermayenin giderek az sayıda elde merkezileşip yoğunlaşması, sömürgelerin yağmalanması ve dünya pazarı oluşturulması gibi karşı önlemlerle krizleri aşmıştır.

 

19. yy ekonomisinin dinamosu buhar makinesi ve demiryollarıydı. Demiryolları ağlarının genişlemesi bir yandan hammadde ve metaların daha ucuz ve hızlı akışını sağlayarak sermaye birikimi imkanını geliştirdi, diğer yandan; iç pazarı birleştirerek, hem ulusal birliğin gelişmesine hem de burjuvazinin kendi pazarını daha güçlü bir biçimde kontrol altına almasını sağladı. İç pazarın kontrolü ve bunun üzerinde yükselen ulusal devletler, burjuvaziyi 1848 devrimleri sonrasında Avrupa'da tam anlamıyla ulusun egemen sınıfı durumuna getirdi.

 

''Fiyat hareketleriyle üretimin gelişmesini birbirine bağlayarak Lescure, ... 1850-1873 yılları arasındaki enflasyonist genişleme döneminin İngiltere, Fransa ve Almanya’da hızlı ve yoğun bir şekilde demiryolu ağlarının kurulmasına bağlı olduğunu göstermiştir. Demiryollarının inşası, maden ve metalürji sanayilerini geliştirmiş, bu da, işgücü ve sermaye talebini artırarak ücretleri ve faiz oranını yükseltmiştir. Aynı yazar, tam tersine, 1873’e doğru Fransa ve İngiltere’de demiryollarının en verimli düzeye vardıklarını ve artık demiryollarının inşasının durdurulması gerektiğini ortaya koymuştur. Yani 1850-1873 yıllan arasında yeni demiryolları inşa edilirken, 1873’den sonra varolanların bakımı ile yetinilmelidir, çünkü arz talebi aşmakta olduğu için fiyatlar düşmektedir.''46

 

1873 yılına gelindiğinde sanayideki kârlılık ve Avrupa ekonomisinde büyük ağırlık taşıyan ülkelerde demiryollarına yapılan yatırımlar bir doygunluk sınırına ulaştığı halde, 1871 Alman-Fransız savaşı sonrasında, Fransa'nın Almanya'ya büyük miktarda tazminat ödemeyi kabul etmesiyle, finans piyasasına büyük miktarda likidite akışının olacağı beklentisiyle, Alman borsasına yatırımlar giderek arttı. 1870 yılında Berlin Borsası'nın yıllık cirosu; 2.474 milyar Taler iken, 1871 yılında 4.296 Milyar Taler'e ulaştı. Likidite bolluğu, özellikle borsa spekülatörlerin yeni bankalar kurmalarına neden oldu.47 Viyana borsası da, Alman finans piyasasına karşı gelişen bu iyimserlik atmosferinden yararlandı. Ne var ki, bu aşırı yatırım balonu kısa süre sonra patladı ve uluslararası bir ekonomik krizi tetikledi.

 

1850-1873 genişleme süreci boyunca rekabetle birlikte sanayinin hızlı gelişmesi, giderek üretimin daha büyük ölçekli ve daha fazla oranda makinalara dayalı olarak yapılmasına yol açtı. Marks'ın belirtiği gibi rekabet savaşı, meta fiyatlarının ucuzlatılması ile verilir. Kriz ve rekabet şartlarında; hammadde ve diğer girdi fiyatlarının yükselişi ile mamul madde fiyatlarının düşüşü arasındaki gerilimin doğurduğu baskı altında kalan küçük ya da orta ölçekli sermayenin büyük bir kesimi, büyük sermaye tarafından ya piyasadan silinir ya da yutulur. Yani Marks'ın deyimiyle büyük sermaye, daha küçüğünü yener. Bu durum, sermayenin giderek daha az elde toplanmasını ve yoğunlaşmasını yani tekelleşmeyi getirir. Bununla birlikte daha küçük sermeye pazardan tümden silinmez.

 

Marks, sermayenin merkezileşmesinin ya da birleşmesinin hem nedenini hem de sonuçlarını somut bir örnekle anlatır:

 

''Eğer dünya, demiryollarının yapımına yetecek kadar bireysel sermayelerin biraraya toplanmasını bekleseydi, bugün bile bu araçtan yoksun kalırdı. Oysa merkezileşme, bunu, anonim şirketlerin aracılığı ile, gözaçıp kapayana kadar başarmıştır.''48

 

Anonim şirket aslında, küçük sermayelerin büyük sermayenin kontrolünde birleşmesi demektir. Tek elde toplanmış büyük sermaye, pek çok bireysel kapitalist arasında bölünmüş ama, toplamda kendisinden daha büyük bir sermayeyi kontrol edebilir. Diğer bir deyişle sermaye grupları arasındaki ilişki de, emek ile sermaye arasındaki düzeyde olmasa da, aslında hiyerarşik bir ilişkidir.49

 

1860-1880 dönemi, serbest rekabetçi kapitalizmin gelişmesinin doruğa ulaştığı dönem olarak kabul edilir. Serbest rekabetçi kapitalizm, sahip oldukları sermayenin büyüklüğü az çok birbirilerine yakın olan; çok sayıda üretici kapitalistin rekabeti üzerinden gelişir. Fakat, sürekli büyüyen yeniden üretime dayanan kapitalist ekonominin, 19. yy'ın son çeyreğindeki gelişme ihtiyaçları, Marks'ın demiryollarının inşası örneğinde ortaya koyduğu gibi, tek tek bireysel kapitalistin sermaye birikim gücünü hatta anonim ortaklıkları bile aşan bir düzeye gelmişti. Bu durum sermayenin belli bir hegemonik ilişki içinde birleşmesinin zorunlu olduğu yeni bir aşamayı, yani tekelci kapitalizm aşamasının başlangıcına işaret etmektedir.

 

Lenin, Alman iktisatçı Theodor Vogelstein'a yaptığı referansla, ''tekellerin tarihindeki başlıca evreler''i şöyle özetlemektedir:

 

''(1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları. Tekeller, ancak farkedilir embriyonlar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştanbaşa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.''50

 

1873 ekonomik bunalımı ile I. Emperyalist Dünya Savaşı arasındaki süreçte oluşan kartel ve tröstler; ülke içinde sanayi üretimini, hammadde kaynaklarını ve iç pazarı büyük ölçüde kontrol altına aldılar.51 İç pazarda yaşanan bu üretim genişlemesi ve tekelleşme, bir yandan, dünya pazarını genişletip daha güçlü bağlarla bir birine bağlarken, diğer yandan dünyadaki hammadde kaynaklarının ve pazarların bu tekeller arasında paylaşılmasına yol açtı.

 

19. yy'ın son çeyreği, sanayi üretiminin ve sermayenin merkezileşmesinin ve yoğunlaşmasının ulaştığı en üst düzeyinin ifadesi olan mali sermayenin ortaya çıktığı süreçtir. Marks Kapital'de kredinin ve banka sermayesinin kapitalist üretimde artan önemini vurgulamıştı. Fakat, tekelci kapitalizm aşamasında sermaye bir adım daha ileri sıçrayarak, sanayi sermayesi ile banka sermeyesinin iç içe geçtiği bir yapıya; yani mali sermaye bileşimine ulaştı.

 

Avusturyalı Marksist iktisatçı Hilferding, sermayenin ulaştığı bu yeni bileşimi şöyle tespit etmişti :

 

"Sınai sermayenin daima büyüyen bir parçası, onu kullanmakta olan sanayicilere ait değildir. Sanayiciler, bundan yararlanma olanağını, yalnızca, kendilerine göre sermaye sahipliğini temsil eden bankalar kanalıyla elde etmektedirler. Öte yandan, bankalar da, gitgide artan bir sermaye kısmını, sanayide tutmak zorundadır. Böylece bankalar, gittikçe artan ölçüde, birer sanayi kapitalisti haline geliyor. Gerçekte, sanayi sermayesi haline dönüşen bu banka sermayesine —yani para-sermayeye— 'mali-sermaye', ('finance capital') diyorum. Kısacası, 'mali-sermaye', bankaların çekip çevirdiği, sanayicilerin kullandığı bir sermaye oluyor."52

 

Lenin, serbest rekabetçi kapitalizmin ayrıt edici niteliğinin meta ihracı; tekelci kapitalizmin ayrıt edici niteliğinin ise; sermaye ihracı olduğunu belirtir. Sermaye ihracını kapitalizmin belirleyici niteliği haline getiren, öncelikle kapitalist metropollerde büyük bir sermaye fazlasının oluşması ve dünyada kapitalizmin eşitsiz gelişmesidir. Sermaye, kâr oranının düşük olduğu ileri kapitalist ülkelerden, bu oranın yüksek olduğu geri kalmış ülkelere doğru akma eğilimindedir. Diğer yandan kapitalist dünya pazarı ile bütünleşmiş olan geri kalmış ülkeler sanayileşme yolunda dış krediye ihtiyaç duyarlar. Karşılıklı gelişen ihtiyaca rağmen, sermaye fazlası olan emperyalist ülkeler ile kredi ihtiyacı olan ülkeler arasında kurulan ilişki, eşitsiz bir ilişkidir ve giderek bir bağımlılık ilişkisine dönüşür. Borç antlaşmalarına eklenen maddelerle, ileri kapitalist ülkeler pek çok ayrıcalık (madenlerin, limanların işletme hakları ve pazarların kontrolü gibi) elde ederler. Ya da, verilen borçlar yine ileri kapitalist ülkelerden ihraç edilen metaların alımında kullanılır. Böylece sermaye ihracı aynı zamanda meta ihracını arttıran bir rol oynar. Bu durum klasik sömürgecilikle birlikte; dünyanın sermaye ihracı yolu ile kapitalist tekeller tarafından nüfuz bölgeleri ve bağımlı ülkeler şeklinde paylaşılmasına yol açtı.

 

Lenin, Amerikalı yazar Henry C. Moris'in Sömürgeciliğin Tarihi adlı araştırmasına dayanarak, 1860 – 1880 döneminde İngiltere'nin sömürge fetihlerini arttırdığını ancak özellikle 19. yy'ın son yirmi yılı içinde bu artışın hızlandığını belirtir. Halbuki, bu sömürgeci uygulamaları yürüten İngiliz burjuva yöneticileri; serbest rekabetin en yüksek düzeye ulaştığı 1840-1860 yılları arasında sömürge politikasına karşı çıkıyorlardı. Yine Fransa ve Almanya'nın sömürge fetihleri ve genişlemesi bu son yirmi yıl içinde gelişmiştir. Lenin, klasik sömürgecilik sistemindeki bu genişlemenin, kapitalizmin tekelci aşaması ile olan direk bağına dikkat çeker. 1860-1880 döneminde serbest rekabetçi kapitalizm gelişmesinin sınırına varmıştı. İç pazarlarda gelişen tekelci kapitalizm bu aşamadan sonra sömürge fetihleri yoluyla dünya pazarlarının kontrolü için şiddetli bir paylaşım savaşına atılmıştır. Nitekim 19 yy'ın son çeyreğinde gelişen sömürgeci işgaller bu gerçeğe işaret ediyor. Öyle ki, 20. yy başında Asya ve Amerika'da işgal edilmeyen yani bir devlete ait toprak parçası kalmamıştır ve coğrafyacı A. Supan'ın deyimiyle ''... bu dönemin ayrıcı özelliği Afrika'nın ve Polinezya'nın paylaşımında kendisini gösteriyor.''53

 

''Hobson, emperyalizm üzerine yazdığı yapıtta, 1884-1900 yılları arasındaki döneme, bellibaşlı Avrupa devletlerinin büyük "genişleme" kazandığı bir dönem gözüyle bakar. Yaptığı hesaplara göre, bu dönemde, İngiltere 57 milyon nüfuslu, 3 milyon 700 bin mil kare; Fransa 36 milyon 500 bin nüfuslu, 3 milyon 600 bin mil kare; Belçika 30 milyon nüfuslu, 900 bin mil kare; Portekiz 9 milyon nüfuslu, 800 bin mil kare toprak kazanmıştır. Bütün kapitalist devletler tarafından, 19. yüzyılın sonunda, özellikle 1880'den sonra, bu sömürge avı, diplomasi ve dış politika tarihinde herkesce bilinen bir olaydır.''54

 

20. yy'ın başında, dünya üzerinde her hangi bir devlete ait olmayan tüm topraklar paylaşılmıştır. Coğrafyacı A. Supan bu durumu dünyanın sonal paylaşılması olarak tanımlar ve dünyanın yeniden paylaşımının artık mümkün olmadığını söyler. Tam aksine Lenin, I. Emperyalist Dünya Savaşı deneyimini de gözönünde bulundurarak ''tersine, yeni paylaşmalar olanaklı ve hatta kaçınılmazdır'' der. Ve devamla der ki: ''İlk kez olarak, dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, topraklar ilerde ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir "efendi"nin sahip olması yerine, toprak bir "sahip"ten diğerine geçebilir.''55

 

Hiç kuşkusuz dünyanın yeniden paylaşımı, emperyalist devletler arasında bir savaş anlamına gelmektedir.56 Dolayısıyla, 20. yy'da yaşanan iki dünya savaşının ve aynı zamanda iki dünya savaşı arasında gelişen faşist rejimlerin kaynağının, kapitalist üretim tarzının iç yapısındaki çelişkiler ve emperyalist devletler arasındaki rekabet olduğu açıktır.

 

Lenin, beş temel özelliğini kapsaycak şekilde, kapitalizmin en üst aşaması olan emperyalizmi şöyle tanımlar:


''(1) üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; (2) banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu "mali-sermaye" temel üzerinde bir mali-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir. ''57

 

Dolayısıyla, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşması ile, faşizmin oluşmasını sağlayacak maddi temel de ortaya çıkmış bulumaktadır.

 

Dipnotlar

--------------------------------

1 Yeni faşizm kavramını kullanan marksisit yazarlardın birisi Maria A. Macciocchi'dir. Yazarın ''Faşizmin Analizi'' adlı kitabına bakınız.

2 Faşizm ve Kapitalizm Sarmal yay. s. 15

3 Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, Ser yayınevi, 1935 s. 28

4 İtalyan Komünist Partisi'nin kurucularından olan sonra bu partiden ayrılan Angelo Tasca, ''Faşizm savaş sonrası bir oluşumdur'' der ve faşizm ile kapitalizmin ekonomik krizi arasındaki ilişkiye önemle vurgu yapar. Fakat Tasca, kriz derken ''genel anlamda bir kriz''den bahsetmediğini de belirtir: ''Faşizmin dölyatağını hazırlamış olan genel şartların başında ekonomik kriz gelir. Ekonomik kriz olmadan faşizm olmaz. Şu var ki, burada söz konusu edilen ekonomik kriz genel anlamda bir kriz değil, 1914-1918 savaşı sonunda dünyaya sürekli bir biçimde yerleşen bir ekonomik krizdir.'' (Angelo Tasca, Kapitalizm ve Faşizm, s. 120)

Komünist Entersayonal (Komüntern) I. Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında gelişen faşizm ile kapitalizmin ekonomik bunalımı arasındaki bağı, doğru olarak tespit etmişti. Komüntern, kapitalizmin bunalımında işçi sınıfının mücadelesinin ve komünist hareketin gelişmesinin rolünü de gördü. Bu nedenle bunalımı siyasi açıdan devrimci bunalım olarak tanımladı. Savaş sonrasında hem Almanya hem de İtalya'da işçi hareketinin ve sosyalist hareketin büyük bir yükseliş yaşadığı ve burjuvazinin savaşta sarsılan ekonomik ve siyasal egemenliği için ciddi bir biçimde ''tehdit'' oluşturduğu doğrudur. Ancak, bu güçler burjuvaziden iktidarı alacak bir düzeyde güçlü değillerdi. Faşizmin en önemli işlevi, devrimci sınıf hareketinin oluşturduğu ''tehdidi'' bertaraf etmekti. Komüntern bu konudaki tespitleri şöyledir:

''Burjuva demokrasisinin bağrında yetişen faşizmi, kapitalistler, kapitalizmin çökmekten kurtarılmasını sağlayacak bir araç olarak görmektedirler.'' (Otto Kuusinin, Faşizm, Savaş Tehdidi ve Komünist Partilerin Görevleri (1935) III. Enternasyonal, Belge yay. s. 224)

'' Aşırı derin ekonomik bunalım, kapitalizmin genel bunalımının şiddetle keskinleşmesi, emekçi yığınların devrimcileşmesi koşullarında, faşizm geniş çaplı bir saldırıya geçti.'' (Georgi Dimitrov, Birlik Cephesi İçin (1935) ve III. Enternasyonal, Belge yay. s. 239)

Paul Sweezy, faşizmi ortaya çıkaran koşullar konusunda Tasca gibi, savaşın sonuçlarına özel bir vurgu yapar. Sweezy'in tespiti şöyledir: ''Faşizm gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomik ve sosyal bünyelerinde tekrar paylaşma savaşlarının etkisiyle meydana gelen özel tarihsel koşullarda ortaya çıkar.'' (P. Sweezy, Kapitalist Gelişim Teorisi, Sol yay. s. 91)

I. Dünya Paylaşım Savaşı'nın İtalya ve Almanya'daki ekonomik ve siyasal krize, dolayısıyla klasik tipte faşizmin oluşumuna etkisi yadsınamaz. Savaşın etkisini, ilk faşist örgütlerin askeri bir biçim altında ortaya çıkmasında da görüyoruz Ancak, bilindiği gibi; Almanya'da faşizmin kitlesel taban bulmasında etkili olan 1929 ekonomik bunalımı, savaşa çok etkin olarak katılmamış olan ABD'de başlamıştı. Diğer yandan faşizmin tekelci kapitalizmin çıkarlarına dayanan emperyalist bir ideoloji ve siyasete sahip olduğunu ve pro-faşist hareketlerin hem Almanya hem de İtalya'da birinci dünya paylaşım savaşı öncesinde ortaya çıktıklarını, hatta İtalya'nın savaşa girmesinde bu hareketlerin etkili olduğunu ve II. Dünya Paylaşım Savaşı'nın büyük ölçüde faşizmin eseri olduğunu düşünürsek, faşizmin ve savaşın esas kaynağının tekelci kapitalizmin krizi ve anarşik rekabetçi yapısı olduğunu söylememiz gerekiyor. Savaş ise bu krizi ve rekabeti derinleştirmiştir.

6 Max Horkheim, The Lessons of Fascism, Urbana /111, 1950 , s. 223, Aktarma Faşizm ve Kapitalizm Sarmal yay. s. 18

7 '''Bütün Avrupa ülkelerinde feodal üretimin özelliği, toprağın mümkün olduğu kadar çok sayıda alt-feodaller arasında bölünmesiydi. Feodal beyin kudreti, diğer bütün hükümdarlar gibi, mülklerinin çokluğuna değil, uyruklarının sayısına ve bu da kendi toprakları üzerinde çalışan köylülerin sayısına dayanıyordu.'' Marks, Kapital c. 1, Sol yay., s. 733

8 Doğrudan üretici, emekçi, ancak, toprağa bağlı bulunmaktan, bir başkasına köle, serf ya da bağımlı olmaktan çıktıktan sonra, kendisi üzerinde tasarrufta bulunabilir. Metaını, satabileceği bir pazarın bulunduğu her yere götürebilen özgür bir emek-gücü satıcısı halini alabilmesi için, ayrıca, lonca düzeninden, bunların çıraklar ve kalfalar için koyduğu kurallardan, çalışma yönetmeliklerinin kısıtlamalarından da kurtulması gerekiyordu. Demek oluyor ki, üreticiyi ücretli-işçi haline getiren tarihsel hareket, bir yandan bunların kölelikten ve loncaların koydukları bağlardan kurtulmaları olarak görünüyor; ve işte, burjuva tarihçilerimiz için, işin yalnız bu yanı sözkonusudur. Ama öte yandan, bu yeni özgürleşmiş kimseler, sahip oldukları bütün üretim araçları ile, eski feodal düzenlemelerin sağladığı her türlü güvenceler ellerinden alındıktan sonra, ancak kendi kendilerinin satıcısı haline geliyorlar. Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu öykü, insanlık tarihine, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır. “ Marks, Kapital, c.1 Sol yay. s. 731

9 'Emek-gücü, burada, yaptığı hizmet ya da ürettiği ürün ile, satınalanın kişisel gereksinmelerini karşılamak için satılmıyor. Onu satınalanın amacı, sermayesini çoğaltmak, karşılığını ödediği emekten fazla emek içeren ve böylece kendisine hiç bir şeye malolmayan ve ancak metaın satışı ile gerçekleşen, bir değeri de içinde taşıyan metaları üretmektir. Artı-değer üretimi, bu üretim tarzının mutlak yasasıdır. Emek-gücü, ancak, üretim araçlarını sermaye olma niteliği içinde koruduğu ve devam ettirdiği, kendi değerini sermaye olarak yeniden-ürettiği, ek sermayeye kaynaklık edecek, karşılığı ödenmemiş bir emek sağladığı sürece satılabilir bir şeydir.'' Marks, Kapital c. 1, Sol yay., s. 635-636

10 Ekonomik zor yerine ekonomik zorunluluk da denilebilir. Ancak ekonomik zor kavramı, özellikle günümüzde bu duruma daha uygun düşmektedir. Marks'ın dediği gibi: ''Zor, kendisi, bir ekonomik güçtür.'' Kapital, c. 1, Sol yay. s. 770

11 ''... insanlar, başkalarının kölesi oldukları için çalışmaya zorlanmışlardır; şimdi de bunlar, kendi gereksinimlerinin kölesi olduğu için çalışmaya zorlanıyorlar.'' (Steuart ) Aktr. Marks, Grundrisse, c.2, s. 228

12 Marks, Kapital c. 1, Sol yay. s. 754-755

13  .''.. iktidara gelişinden sonra nasyonal-sosyalizm, ''bağımsız'' sendikaları dağıtır -Mayıs 1933- grev hakkını kaldırır, çalışma karnesini getirir -1935- iş uzlaşmazlıklarında Devletin zorunlu hakemliğini yerleştirir. Bununla birlikte, Temmuz 1933'e gelinceye kadar, NSBO örgütünün, büyük bir bölümü SA'lara üye olan işyeri hücreleri üyeleri, çoğu kez işe alma konusunda kendi denetimlerini yerleştirmekte ve hattâ toplum düzenine aykırı buldukları işverenleri tutuklamaya kadar gitmektedirler.'' Nicos Poulantzas, Faşizm Ve Diktatörlük, s. 202-203

İtalya'da, Vidoni Sarayı Paktı ve 1926 çıkarılan sendikalar yasası ile grevler yasaklandı. Sendikalalar ise köklü bir değişime uğradı. Togliatti İtalya'daki bu değişim sürecini şöyle anlatır: ''Başlangıçta faşizmin tüm çabaları sınıfsal nitelikli kitle örgütlerini ortadan kaldırmaya yönelikti. 1926dan sonra ise bu çabalar faşist kitle örgütleri kurmaya yöneldi. Bu değişiklik, sendikalarda diğer alanlardan daha belirgindi, istatistikler, eski sınıfsal sendikal örgütlerin yok oluşunu ve faşist örgütlerin gelişimini ortaya koymaktadır.'' Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, s. 111

Toglliatti aynı kitapta, Sosyalist Parti eksenindeki Genel İşçi Konfederasyonun(GİK) üye sayısındaki değişimi gösteren verileri de paylaşır. 1921 yılında GİK'in 3.600.000 üyesi vardır. Faşizmin iktidara gelmesinden (1922) hemen sonra bu sayı 212.000 düşmüştür. Faşist sendikaların üye sayısındaki değişim ise şöyledir: Faşizmin iktidara gelmesinden önce üye sayısı 276.000'dir. 1924 yılında ise bu sayı 1.764.000 olmuştur. 1926 yılından sonra ise GİK tasfiyeler sonucu faşist bir sendikaya dönüştürülmüştür.

16 Mark Spoerer, Arbeit im Nationalsozialismus, De Gruyter Oldenbourg, s.231

17 Nazi Almanyası döneminde toplam 2500 Alman firmasının zorunlu işçi çalıştırdığı tespit edilmiştir. Bu firmaların içinde bugün hala varlığını sürdüren büyük Alman firmaları başta gelmektedir. Mercedes markasının sahibi olan Daimler-Benz, AEG-Telefunken, Deutsche Bank, Simens, Rheinmetall, Krup-Konzern bu firmalardan bazılarıdır. Liste için bakınız: http://www.schoah.org/shoah/zwangsarbeit/firmen.htm

18  ''Savaş zamanında zorla çalıştırılan işçiler, Almanların günlük yaşamın bir parçasıydı, sadece fabrikalarda ve çalışma kamplarında değil, hayır, her Alman bir hasat yardımcısına, bir dadıya ihtiyaç duyduğunda başvurup, belli yerlerde bulunan gerçek köle pazarlarından ''Ostarbeiter'' (Doğu işçileri)ni seçebilirdi... Ama aynı zamanda milyonlarca ''Doğu işçisi''' açlık, tükenmişlik ve cinayetler sonucu öldü, kısıtlamalar ve vahşice cezalandırmalar nedeniyle acı çekti.'' Patrick Bauer, Süddeutsche Magazin, 18 / 2015, 5 Mayıs 2015

https://sz-magazin.sueddeutsche.de/geschichte/fuer-immer-gefangen-81218

19 Faşizmin sahip olduğu bu eğilimin kapitalizm öncesi toplumlardan devralınan bir kültürel, felsefik ve ideolojik temeli vardır:

''...ortaya çıkan liberal emek anayasasının muhafazakar eleştirmenlerinin en azından bir kısmı için, makul bir düzeyde zorunlu çalışma mantığa uygundu. Onların dünya görüşü, hiyerarşik ve doğal ya da ilahi bir düzen ile karakterize ediliyordu. Bu dünya görüşüne göre, alt sınıflar niteliksel yetersizliklerinden dolayı zahmetli ve ağır işlerde çalışmak durumundaydılar ve bundan dolayı bu tür bir çalışmaya zorlanabilirlerdi. Bu çerçevede Heinrich von Treitschke, Antik Yunanistan'daki köleliği, aristokrat toplumun oluşumunun önkoşulu olan kültürel bir eylem olarak gördü. O, Alman işçileri zorla çalıştırmaya mahkum etmek istemese de, onlar için "katı ve sınırlı bir düzeyde" bunu öngördü... ulus içinde zorunlu çalışma artık olmamalı, ancak çalışma halk için gönüllü hizmet olmalıdır; bununla birlikte, birçok muhafazakariçin zorunlu çalışma, mağlup olmuş halklara karşı uygulanabilir bir seçenekti.'' Mark Spoerer, Unfrei Arbeit in Nationalsozialismus, Arbeit im Nationalsozialismus, De Gruyter Oldenbourg, s. 233

20 Alman İşçi sınıfının sosyal-ekonomik durumunun zorunlu çalıştırılan emekçilere nazaran daha iyi olması, bu sınıfın durumunun mutlak olarak iyi olduğu anlamına gelmeyeceği gibi, sermaye sınıfına nispeten, işçi sınıfının durumunun hiç de iyi olmadığını istatistikler ortaya koymaktadır. Nazi Almanya'sında kapitalistlerin kâr oranında ve gayrisafi milli hasılada büyük bir artış yaşanmıştır. Bununla birlikte işçilerin alığı pay neredyse sabit kalmıştır: ''1933-1938 arasında karlar % 127, toplam üretim hacmi de % 113 artar. Tarifeli biçimde saptanan işçi ücretleri, gayrisafî, parasal, saatlik ücretler olarak, 1933' den 1939'a % 14 oranında, 1939'dan 1942'ye % 9 oranında yükselir. Şüphesiz burada, besin maddeleri ve tüketim maddelerindeki fiyat artışları sonucu olarak ortaya çıkan % 6 dolayında hayat pahalılığı artışını gözlemek gerekir. '' (Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Birikim yay. s. 200) Bütün bunlara ek olarak % 15-20 arasında yapılan zorunlu kesintileri de hesaba katarsak, işçi sınıfının gelir artışından neredeyse hiç pay almadığını söyleyebiliriz.

21 Togliatti bu fikirlerin sendikalarda çalışan Mussolini gibi eski sosyalist partili kadrolar tarafından geliştirildiğini belirtir: ''Bu anlayış, ileride gelişerek faşist ideolojiyi oluşturacak tüm unsurları embriyon halinde taşımaktaydı. Başlangıçta, kendini Marksist olarak nitelendiren ideolojilerden bazı kalıntılar içermekteydi. Bunlar ulus kavramını sınıf kavramıyla birleştirmeyi amaçlayan sinsice çabaları yansıtmaktaydı. Sonraları, sınıflarüstü ulustan v.b. sözetmeye başladılar...Bu kişiler İtalya’nın yoksul bir ulus olduğunu öneren savlar öne sürüyorlardı: Kapitalist uluslara karşı proleter İtalya.'' Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, s. 102-103

22 Marks, Louis Bonapart'ın 18 Burumeri, Yorum yay. s. 24

23 Togliatti age, s. 101-102

24 Togliatti age, s. 104

25 Detlev Humann, Die ''Arbeitsschlacht'' als Krisenüberwindung, Arbeit im Nationalsozialismus, De Gruyter Oldenbourg, s.71

27 Bernard Rosier, İktisadi Kriz Kuramları, İletişim yay. s. 20

28 Marks – Friedrich Engels, 1848, Komünist Parti Manifestosu, Sol yay. s. 16

Marks, burjuva sınıfının zenginliğinin kaynağı konusunda; bir İngiliz iktisatçıdan şu aktarmayı yapar:

''Daha 1696 yılında John Bellers şöyle diyordu: "Bir insanın elinde yüzbinlerce acre toprak, bir o kadar para, bir o kadar hayvan olsa ve emekçisi olmasa, bu zengin adam emekçi olmaz da ne olur? İnsanları zengin eden emekçi olduğuna göre, ne kadar fazla emekçi olursa o kadar çok zengin olunur ... yani yoksulun emeği, zenginin madenidir." Marks, Kapital c. 1, Sol yay., s. 630

29 Marks, Kapital, c.3, Sol yay. s. 189

30 Marks, Kapital, c.3, Sol yay. s. 219

31 ... her kapitalist kendi işçisinden bilir ki, kendi işçisiyle üreticinin tüketiciyle ilişkilendiği gibi ilişkilenemez ve bu yüzden işçisinin tüketimini, yani değişim gücünü olabildiğince kısmak ister” (Marks, 1857, Grundrisse, Sol yay, c. 1, s. 319).

Sermaye doğası gereği, emeğe ve değer yaratımına bir sınır koyar ve bu sınır sermayenin bunları sınırsız genişletme eğilimi ile çelişki halindedir” (Marks, 1857, Grundrisse, c. 1, s. 321). Bu sınır, toplumun büyük kısmının tüketimini az ya da çok dar sınırlar içinde değişen minimum bir düzeye düşüren antagonist bölüşüm koşullarına dayalı tüketim gücü ile belirlenir.” (Marks, 1894, Kapital, c. 3, Sol yay., s. 217)

32 Pazar araştırmaları belli bir andaki talep düzeyini tespit edebilir. Ancak bu iki nedenle kapitalist üretimin anarşik yapısının yol açtığı sorunları ortadan kaldırmaz. Birincisi; ortalama bir talep düzeyi tespit edilse bile; her kapitalist ya da kapitalist grup; rekabet yoluyla pazar payını arttıracağı umuduyla bu rekabet savaşına atılır. İkincisi, talep analizi uzun vadeli ve toplumun tüm alanlarını kapsayacak ölçekte bir plan kapsamında olmazsa, gerçek bir çözüm sunmaz.

33 İktisatçı Hugo Radice, 2008 yılında ABD'de patlak veren finans krizinin gelişimini şöyle özetliyor: ''2007 yazında, Amerikan subprime (Geri ödeme gücü ve kredi notu görece düşük kişilere yüksek faiz karşılığında verilen kredi türü-çev.) konut ipoteği piyasası başta gelmek üzere, aşırı kredi temininin muazzam boyutlara ulaştığı apaçık fark edilmeye başlayınca, bankalar arası küresel kredi piyasalarında bir kuruma baş gösterdi. Finans kuruluşları ve para politikalarına hükmeden kurumlar, belli şirketleri kurtarmaya yönelik acil krediler temin ederek, bunların bazılarını kamu mülkiyetine geçirerek (özellikle de İngiltere'de Northern Rock) ve finans piyasalarına likidite sunarak, takip eden on iki aylık dönemde sorunu dizginlemeye uğraştılar...2008 Eylül'ünde Amerikan Hazine Bakanı Paulson tarafından Lehman Brothers'ın iflasına izin verilmesine dek, kredi daralmasının gerçek ölçeği gün yüzüne çıkmadı. Bu son olay, dünya genelinde bir banka iflasları ve kurtarma operasyonları dalgasını tetikleyerek, iş dünyasında ve ayrıca tüketiciler arasında güven duygusunun hızla çökmesine yol açacaktı.'' Bu Defaki Kriz, Yordam Kitap, s. 36

34 Marks, Grundrisse c. 2, Sol yay. s. 203-204

35  Lenin 1916 yılında şunları yazıyordu: ''Ekonomik açıdan emperyalizm (ya da mali-sermaye "çağı" — sözcükler önemli değil) kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır, üretimin çok büyük ve engin boyutlara ulaşmasıyla serbest rekabetin yerini tekele bıraktığı aşamadır. Emperyalizmin ekonomik özü budur. Tekel kendini, tröstlerde, birliklerde (syndicates), vb., dev bankaların mutlak kudretinde (omnipotence), hammadde kaynaklarının kapatılmasında, vb., banka sermayesinin birikiminde, vb. ortaya koyar. Her şey ekonomik tekele dayanır.
Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder. Rudolf Hilferding, Finance Capital'inde gayet haklı olarak "mali-sermaye, özgürlük için değil, egemenlik için çabalar" der' '' Lenin, (1916) Marksizmin Bir karikatürü Ve Emperyalist Ekonomizm, Sol yay. s. 48

36 Hugo Radice, Bu Defaki Kriz, Yordam Kitap, s. 38-39

37 Marks'ın belirtiğine göre, 1847-1848 ekonomik bunalımı sonrasındaki iki yılda önemli bir üretim artışı olmuşsa da, 1851 yılında bunalım tekrar başlamıştır. Marks'ın bu bunalımın nedeni ile ilgili tespitleri şöyledir: ''1851 yılının görünen bunalımı, endüstri çarkı içinde fazla üretim ve aşırı spekülasyonun meydana getirdiği durgunluktan başka bir şey değildi; bu üretim fazlalığı ve spekülasyon sonradan dairesel hareketlerin son fazını hızla geçmek ve yeniden, hareket noktaları olan genel ticari bunalıma dönmek üzere bütün güçlerini toplamışlardır. Ticaret tarihinin buna benzer safhalarında, İngiltere'de iflaslar baş gösterir, oysa Fransa'da endüstri faaliyetleri durur...'' Marks, (1852) Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i, Yorum yay. s. 110-111

38 ' 'Louis-Philippe'in burjuva monarşisi yerine burjuva cumhuriyetinden başkası gelemez. Bunun anlamı şudur: monarşi sırasında, burjuvazinin sınırlı bir gurubu kral adına hüküm yürütüyordu, halbuki bundan böyle, millet adına hüküm yürütecek bir burjuvazi olacaktır.'' Marks, (1852) Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i, Yorum yay. s. 34

39 Marks, 1848 Haziran'ında ayaklanan Paris proletaryasına karşı, burjuvazinin önderliğinde oluşan cepheyi ve bu cephenin ideoljik-politik hattını şöyle anlatır:Haziran Günlerinde bütün sınıflar ve bütün partiler, proletaryanın, “anarşi partisinin, sosyalizmin, komünizmin karşısındaki Düzen Partisi“nde birleşmişlerdi. Böylece toplumu, toplum düşmanlarının“ sarkıntısından kurtarmış oluyorlardı. Eski toplumun eski parolalarını alıp adamlarına aktarmışlardı: “Mülkiyet, aile, din, düzen“. Devrimin karşısında olan bu Haçlı Ordusuna şöyle haykırmışlardı: “Bu bayrak altında zafer senindir!“ Marks, (1852) Louis Bonaparte'in 18 Brumaire'i, Yorum yay. s. 36

40 Engels, Marks, Fransa'da Sınıf Savaşımları (1848-150) kitabına giriş yazısı, Aktr. August Talheimer, Faşizm ve Kapitalizm Sarmal yay. s. 40

41 Marks, Louis Bonapart'ın 18 Burumeri, Yorum yay. s. 84

42 Bonaparte'nin 1851 yılı sonunda yaptığı konuşma aktr. Marks, Louis Bonapart'ın 18 Burumeri, Yorum yay. s. 84

43 Marks, Louis Bonapart'ın 18 Burumeri, Yorum yay. s. 72-73

44 Marks, Louis Bonapart'ın 18 Burumeri, Yorum yay. s. 30

45 ''... Tarih gösterdi ki, Kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır; ve tarih, bunu, 1848'den bu yana bütün Kıtayı kaplamış olan ve Fransa'da, Avusturya'da, Macaristan'da, Polonya'da ve son olarak da Rusya'da büyük sanayie ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya'yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren —bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848'de pekâlâ genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere— iktisadi devrim ile tanıtladı. Oysa, sınıf ilişkilerine her yerde ilk ışık tutan, manüfaktür döneminden gelme ve Doğu-Avrupa'da hatta zanaat loncalarından çıkma bir sürü ara varlıkları ortadan kaldıran ve böylelikle gerçek bir büyük sanayi burjuvazisi ve gerçek bir büyük sanayi proletaryası yaratarak bunları toplumsal gelişmenin ön planında birbirine karşı süren de bu sanayi devriminin ta kendisidir. Ama yalnız bu andadır ki, 1848'de, İngiltere'nin dışında, ancak Paris'te ve olsa olsa birkaç büyük sanayi merkezinde kendini göstermiş olan bu iki büyük sınıf arasındaki savaşım, 1848'de henüz akıldan bile geçmeyen bir yeğinlik kazanarak, bütün Avrupa'ya yayıldı.''

Engels, Fransa'da Sınıf Savaşımları (1848-150) kitabına giriş yazısı, Marks-Engels Seçme Yapıtlar, C. 1, Sol yay. s. 233

46 Bernard Rosier, İktisadi Kriz Kuramları, İletişim yay. s. 42-43

48 Marks, Kapital, c. 1, Sol Yay. s. 645

49 ''... deneyimler gösteriyor ki, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş bir şirketin işlerine egemen olmak için, hisselerin %40'ını elde etmek de yetiyor; çünkü küçük ve dağınık hisse sahiplerinden bir kısmının, pratik olarak, genel kurul toplantılarına katılma olanağı yoktur.'' Lenin, (Liefmann'nın Beteiligungsges kitabına referansla) Emperyalizm, Sol yay. s. 59

50 Lenin, Emperyalizm, Sol yay. s. 28

51 ''Almanya'da kartel sayısı 1896'da 250 kadardı; 1905'te ise 12.000 kurumu içine alan 385 kartel olduğu tahmin edilmekteydi. Ancak bu rakamların gerçek duruma göre düşük olduğu herkesçe kabul edilmektedir. 1907 Alman sanayi istatistikleri gösteriyor ki, bu 12.000 büyük işletme, ülkenin çekim, buhar ve elektrik gücünün yarısından fazlasını harcamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki tröstlerin sayısı 1900'de 185, 1907'de 150 olarak tahmin ediliyordu. ... bunlar, toplam işçi sayısının 1904'te %70,6'sını, 1909'da %75,6'sını, yani dörtte-üçünden fazlasını çalıştırmaktaydı. Bu tarihlerdeki üretimleri ise, 10,9 milyar ve 16,3 milyar dolara, yani toplam üretimin %73,7'sine ve %79'una yükseliyordu.'' Lenin, (1916) Emperyalizm, Sol yay. s. 29

52 Lenin, Emperyalizm, Sol yay. s. 57

53 Aktr. Lenin, Emperyalizm, Sol yay. s. 91-92

54 Lenin, Emperyalizm, Sol yay. s. 94-95

55 Lenin, Emperyalizm, Sol yay. s. 93

56 Engels, 1895 yılında, kapitalist ülkeler arasındaki rekabet ve özellikle silah teknolojisinde yaşanan gelişmeleri gözönüne alarak, bir dünya savaşının kaçınılmazlığı öngörüsünde bulunmuştu. Şöyle diyordu Engels: ''Eli silah tutan bütün nüfusun, artık ancak milyonlarla sayılan ordularda göreve alınması ile bütün savaş koşullarının baştan aşağı altüst oluşu, ateşli silahlar, obüsler ve o zamana kadar görülmemiş bir etkiye sahip patlayıcı maddeler, bir yandan Bonaparte'vari savaşlara birdenbire son verdi ve sonucu katiyen hesaplanamayacak ve duyulmamış bir kandökücülük olan bir dünya savaşından başka herhangi bir savaşı olanak dışı kılarak, gürültüsüz patırtısız bir sınai gelişme sağladı.'' Engels, Fransa'da Sınıf Savaşımları (1848-150) kitabına giriş yazısı, Marks-Engels Seçme Yapıtlar, C. 1, Sol yay. s. 236

57 Lenin, Emperyalizm, Sol yay. s. 107-108

 

----------------

PDF formatta okumak için link:

Marksist Hareketin Faşizm Teorisi Ve Türkiye'deki Siyasal Rejimin Niteliği – 3