Salı, Mart 19, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Değişmeyen devletin değişen Kürd’e karşı savaşı

Değişmeyen devletin değişen Kürd’e karşı savaşı

 

Ahmet Aydın

14. 09. 2015

 

Türk devleti ile PKK arasında 2013 yılında ilan edilen ve iki buçuk yıla yakın süren ateşkes, Türk askeri uçaklarının 24 Temmuz günü Kandil bölgesini bombalaması ile tümden sona erdi. Bu ağır saldırı öncesinde, Erdoğan ve bazı hükümet yetkililerinin “çözüm süreci”ne ilişkin yaptıkları bazı açıklamalar, aslında “çözüm süreci” ile birlikte ateşkesin bitişini de resmen ilan ediyordu.

“Çözüm süreci” olarak adlandırılan diyalog ve görüşme süreci; Kürt sorununun çözümü yönünde ciddi bir sosyal-siyasal program ve uygulama planı içermese de, en azından sorunların görüşmeler yolu ile siyaset zemininde çözümü yönünde bir eğilimi ortaya çıkarması ve buna dayalı olarak savaşı durdurması yönünden önemliydi. Ancak, Kürt tarafının istekli ve samimi gayretine ve toplumun güçlü barış talebine rağmen, sürecin varlığı ve devamı tümüyle Erdoğan ve AKP’nin saltanat ve hilafet rejimi stratejisinin hayata geçirilmesine sağladığı katkılara bağlı olduğu için, akamete uğradı.

Erdoğan ve AKP kendilerini “çözüm süreci”nin sahipleri olarak gördüler. Toplumun değil, bir kişinin ve partinin çıkarını esas alan bu yaklaşım, oy ve güç kazandırdığı ölçüde sürecin sürdürülmesi, kaybettirdiği takdirde ise dondurulması ya da tümden bitirilmesi tarzında bir işleyiş ortaya çıkardı. Bu işleyişin bir sonucu olarak, Erdoğan ve AKP “çözüm süreci”ni topluma mal etmekten ve muhalefeti bu sürece ortak etmekten sürekli kaçındılar. Böylece “çözüm süreci”ne yönelik umudu kırıp, güvensizliği körüklediler ve toplumsal desteği zayıflattılar. Diğer yandan, 7 Haziran seçimleri öncesine denk gelen “Dolmabahçe deklarasyonu” açıklamasının, hiçte beklendiği gibi AKP’ye oy kazandırmadığı hatta kaybettireceği ve HDP oylarının yükseliş trendinde olduğu görüldüğünde, Erdoğan bu deklarasyonu ve onun sonucunda öngörülen, izleme heyeti ve müzakerelere başlama kararını tanımadığını ilan etti. Bu durum, resmen ve fiilen yürütülen görüşme ve diyalog sürecinin de bitirilmesi anlamına geliyordu.

Aslında, 2009 yılında başlatılan ‘’Oslo süreci’’nin kesilmesine gerekçe olarak; Habur’dan giriş yapan gerillaların Kürdistan’da gerçekleştirdiği yolculuk sırasında ortaya çıkan görüntüden; Türk halkının rahatsız olması gösterilse de, esas neden iddia edildiği gibi halkın tepkisinden çok, bu gezilerde Kürt halkının coşkun ve kitlesel bir biçimde gerillaları selamlamasıydı. Bu durum, yukarıda belirttiğimiz nedenlerle, daha çok iktidar sahiplerini şaşırtıp korkutmuştu. Özcesi şudur; devlet ve özellikle bugünkü AKP iktidarı, Kürt ulusal hareketini güçlendirir endişesiyle, barıştan son derece korkmaktadır.

Günümüze kadar devlet mantığı, PKK hareketinin Kürt ulusal sorunu ile bağını doğru kuramamıştır. Devlete göre bu hareket “dış güçlerin kışkırtması ile oluşmuş bir terör hareketidir’’ ve şiddet bittiğinde, PKK’nın halk üzerindeki etkisi de bitecektir. Buna bağlı olarak, var olduğu ‘’iddia edilen’’ Kürt sorunu da kendiliğinden çözülecektir. Bu mantığa göre, Türk devletli ile Kürtler arasında bir sorun yoktur. Daha doğrusu, Erdoğan’ın deyimiyle, ‘’Kürt Sorunu yoktur, Kürt kardeşimin sorunu vardır.’' Bunun dışında var olan tek sorun ‘’terör’’ sorunudur. Ancak, uzun sayılabilecek aralıklarla sağlanan ateşkesler sonucu şiddet durduğu halde, beklenilenin aksine, Kürtlerin ulusal-demokratik mücadelesi gerileyeceğine, giderek kitleselleşmekte ve güçlenmektedir. Bu durum iktidar sahiplerini şaşırtıp ürkütmektedir. Onlar bu şaşkınlık içinde, soruna bakış açılarını sorgulamak yerine, ateşkesin yanlış olduğuna karar vermektedirler. Bu çarpık anlayışı en bariz biçimi ile AKP iktidarı döneminde görmekteyiz. Erdoğan ve AKP, PKK silah bıraktığında Kürt halkının PKK’nin etkisinden kopacağını ve “barışı sağlayan Müslüman lider” imajı sayesinde Kürtlerin tümden AKP’yi destekleyeceğini düşünüyorlardı. AKP’nin bu taktiği kendi içinde tutarlı gözükse de ve kurnazca olsa da, Kürt ulusal sorunun doğru kavranması temeline dayanmadığı için başarıya götürmesi mümkün değildi.

Tarihsel tecrübelerle de sabittir ki, dünya üzerinde hiçbir güç, sosyal-siyasal bir temeli olmadan, tek başına şiddet yolu ile halkın desteğini kazanamaz ve uzun zaman ayakta kalamaz. Bu sosyolojik gerçekliği dikkate almayan devlet, PKK konusunda çözüm denklemini ya da neden sonuç ilişkisini en baştan yanlış kurmaktadır. Sanki PKK, Kürt ulusal sorunun bir sonucu değil de, Kürt ulusal sorununun kaynağı PKK imiş gibi bir anlayış benimsenmiştir. Bu nedenle sorunun kalıcı çözümü için gerekli sosyal ve siyasal reformları yapma zahmetine katlanmak yerine, Öcalan’ı şantaj ve tuzaklarla örgütüne karşı kullanma ve PKK yöneticilerini bombardıman yolu ile tasfiye etme gibi yöntemlerle, sorunu tepeden; ucuz ve zahmetsiz yöntemlerle çözme yoluna gidilmiştir. Ne var ki; devlet, PKK’yı çözerek Kürt ulusal sorununu çözemez. Ancak Kürt sorununu çözerek PKK’yı bir sorun olmaktan çıkarabilir.

Sosyal yaşamın gerçekliğine karşıt sömürgeci zihniyetini; Kürt halkının hak ve özgürlük taleplerine rağmen sürdürmekte ısrar eden Türk devleti, politikalarının her seferinde boşa çıkmasıyla, her geçen gün daha kararlı ve organize bir yapıya bürünen Kürt ulusal gerçekliğiyle yüz yüze gelmektedir. Bu yüzleşmeyle birlikte, iktidar sahiplerini bölünme korkusu sarmakta ve onlar bu korku ve panikle silaha sarılıp, şiddetle Kürt halkının mücadelesini ezmeye çalışmaktadırlar. 2009 ‘’Oslo süreci’’ görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması sonrasında; 2011-12 sürecinde tekrar savaş politikası devreye sokulmuştu. Bugün de, iki buçuk yıllık ateşkes sürecin bitirilmesiyle, yeniden Kürt halkının ezilmesi ve taleplerinin bastırılması için savaş yoluna başvurulmaktadır.

Devletin Kürt ulusal sorununa bu yaklaşımı değişmediği sürece, en önemlisi de Erdoğan ve AKP’nin saltanat ve hilafet stratejisi kırılmadan, ne sağlıklı bir diyalog ortamı; ne de bir çözüm zemini geliştirilebilir.

Neden şimdi savaş?

Savaşta ölen kardeşinin cenazesi başında isyan eden Yarbay Mehmet Alkan, haklı olarak Şu güne kadar 'çözüm' diyenler neden şimdi 'sonuna kadar savaş' diyor.” Sorusunu sorarken, aslında tolumun önemli bir kesiminin kafasında asılı duran soruyu soruyordu. Mehmet Alkan sorduğu sorunun cevabını iyi bildiğini; bu cümlenin sonrasında söylediği “Kendileri gitsin savaşsın." sözleri ile gösteriyordu.

Recep Tayyip Erdoğan, biraz algı bozukluğundan ancak daha çok pervasızlığından kaynaklanan ‘açık sözlülüğü’ ile, Yarbay Alkan ve toplumun sorduğu “Neden şimdi savaş?” sorusuna açık bir cevap verdi. Hem de Dağlıca’da onlarca askerin öldüğü gün, şu sözleri söyledi: “400 milletvekili alınsaydı durum bugün çok farklı olurdu.” Onun öncesinde ‘Sağlık Bakanı’ sıfatı taşıyan M. Müezzinoğlu da benzer sözler sarf etmişti: “10 Ağustos 2014'te, Cumhurbaşkanı yerine başkanı seçmiş olsaydık, Türkiye bugünkü kaosu yaşayacak mıydı? Yaşamayacaktı."

Aslında bu itiraflar doğru ama eksiktir. Çünkü, doğrudur bu savaşın bugün başlatılmasının nedeni, 7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın başkan seçilmek için gerekli çoğunluğa ulaşmaması ve AKP’nin tek başına iktidar olanağını kaybetmesidir. Ancak, bu durum sadece savaşın panik haliyle biraz erkene alınmasına neden oldu. Erdoğan başkanlığa ulaşsaydı da bu savaşı başlatacaktı. Hatta esas savaş, daha yoğun ve barbarca bir tarzda o zaman başlatılacaktı.

AKP iktidarının aklından Sri Lanka modeli hiçbir zaman çıkmadı. Bu model örnek alınarak 2011-12 sürecinde oluşturulan “entegre strateji” ateşkes döneminde bile yürürlükteydi. Uygulamalarını pratik ve söylem bazında izlediğimiz bu projenin ana unsurlarını şöyle özetleyebiliriz:

Bu strateji öncelikle iktidar çevrelerinin “Ateş topunu sınır dışına atmak” şeklinde ifade ettikleri, gerillanın TC sınırları içinden tümüyle çekilmesini sağlamayı amaçlıyordu.

İkincisi; boşaltılan alanların hızlı bir şekilde ve gelişkin teknoloji yardımıyla daha sıkı bir şekilde yeni karakol ve askeri üslerle denetim altına alınması ve ‘sınır güvenliği’nin arttırılması.

Üçüncüsü; gerillaya yeni katılımların önlenmesi. Bu alanda çocuk katılımları gerekçe yapılarak yoğun bir kampanya yürütüldü.

Dördüncüsü; Kürt ulusal hareketinin sol ve Alevi kesimlerle ittifakının önlenmesi hatta bu grupların çatıştırılması. Bu alan, devletin uzun vadeli, derin ve yaygın biçimde çalışma yürüttüğü, en fazla para ve emek harcadığı en fazla eleman istihdam ettiği alanlardan biridir. Devletin bu alana verdiği önemi anlamak için, Suruç katliamına ve son süreçte savaşın yeniden başlamasıyla, ‘’bağımsız yargının üst kurumu’’ olarak gösterilen Yargıtay’ın ani bir kararla Cemevlerine ibadethane statüsü tanımasına bakmak yeterlidir. Yargıtayın bu kararı doğrudur, hatta oldukça gecikmiş bir karardır. Ancak zamanlamasının tümüyle siyasi iktidarın ihtiyaçlarına bağlı olarak ayarlandığı açıktır. Cemevlerini ibadethane olarak tanımaması, 13 yıllık AKP iktidarı hatta devlet için bir kırmızı çizgiydi. Bu kırmızı çizginin bugün aşılması yukarıda değindiğimiz hedefe verilen önemin göstergesidir.

Beşincisi, PKK’nin kitle tabanın zayıflatılıp, sınır dışına itilmiş güçlerin yalnızlaştırılması ve bölünmesi.

Altıncısı, PKK’nin etkisinden koparılmış kitlelerin sağ-milliyetçi ve dinci eksende oluşturulan işbirlikçi kanallara yönlendirilmesi.

Ve son olarak, Kandil ve çevresinde kuşatılıp yalnızlaştırılan silahlı güçlerin ve siyasi kadroların teslim olmaya zorlanmaları, teslim olmazlarsa Sri Lanka tarzında olduğu şiddet yolu ile imha edilmeleri.

AKP iktidarının ‘’entegre strateji’’ doğrultusundaki çalışmalarında çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz; ancak tümden başarısız olduğunu da iddia edemeyiz. Bazı Kürt milletvekillerinin bile ‘’Bu işi Erdoğan çözer’’ dediği bir ortamı dikkate alırsak; Kobani ve 7 Haziran seçimi sürecinde yaşanan saldırılar sonucunda, AKP’nin gerçek yüzü pratik olarak teşhir olmasaydı, Kürtlerin yaratılan manipülasyon ortamından ve ölümcül gaflet uykusundan kurtulmaları hiçte kolay olmayacaktı.

Dikkat edilirse AKP iktidarı “çözüm süreci”ni adeta buz üzerinde yürütmüştür. Öyle ki, havalar ısınıp buz eridiğinde karada hiçbir iz kalmasın. Ya da cinayet sonrasında hiçbir iz bırakılmasın. Kürtlerin siyasal-yasal alanda hiçbir kalıcı kazanım elde etmemesi için gösterilen bu aşırı titiz çaba, aslında sinsi tuzağı ele veriyor.

Erdoğan ve AKP’nin görüşme ve diyalog sürecinin bitirmelerinin belki en önemli nedeni oy ve iktidar kaygısıdır. Ancak bu tek neden değildir. AKP iktidarı içte ve dışta daha önce sahip olduğu ittifak ilişkilerini yitirdi. AKP, bugün eski müttefiki Gülen Cemaati ile tam bir savaşa tutuşmuş durumdadır. Batı ile olan ilişkileri ise neredeyse kopma noktasındadır. Bu durumda AKP yüzünü Ergenekoncu şoven-faşist güçlere döndü ve onlarla ittifak kurdu. Ergenekoncu güçler, bu haliyle bile olsa “çözüm süreci”nin sürdürülmesine karşıdırlar. Bu güçler Kürt sorununun görüşme ve diyalog yolu ile değil, TC’nin kuruluş yıllarında olduğu gibi; şiddetle bastırılmasından yanadırlar. Gelinen aşamada saltanat ve hilafet yolunda yürümek için Kürt ulusal hareketinin bertaraf edilmesini şart olarak gören Erdogan ve AKP iktidarı, Kürt ulusal hareketini şiddetle imha etme zemininde Ergenekoncu güçlerle birleşmiştir. Bu ittifakın Kürt halkına savaştan başka bir şey vermeyeceği açıktır.

Silahların gölgesinde barış olmaz mı?

Bugünlerde AKP iktidarının yetkililerinden ‘’Silahların gölgesinde barış olmaz. Terör örgütü silahlarının bırakıp sınır dışına çekilmelidir…’’ türünden açıklamaları sık sık duyuyoruz. Kürt halkına ve siyasal hareketine akıl satmaya çalışan bu kişiler, söylediklerinin doğruluğuna gerçekten inanıyorlarsa, öncelikle yapmaları gereken; 40 yıldır Kıbrıs’ta işgalci konumunda olan Türk askerini adadan çekmek ve yürütülen barış görüşmelerini silahın gölgesinden kurtarmaktır. Bu zevatın Kürtler için ürettikleri bir tez daha vardır. Onlara göre ‘’Silahla hak aranmaz.’’ Madem öyle, siz neden İsrail’e karşı savaşan Hamas’ı destekliyorsunuz? Ya da neden dünyanın dört bir yanından topladığınız Cihatçıları ve ‘’eğit-donat programı’’ adı altında paralı askerleri eğitip Suriye’ye saldırtıyorsunuz? Yoksa bütün bu tezleriniz sadece Kürtler için mi geçerlidir?

Doğrudur, hak ve özgürlükler mücadelesinin önüne hiçbir engel koymayan, aksine toplumun hak arama hakkını yasal güvence altına alan demokratik bir düzende, yasal ve barışçıl yolları yadsıyıp, silaha dayalı bir mücadele yürütmek anlamsızdır. Örneğin; Avrupa ve Kanada’da ulusların kendi kaderlerini demokratik yollarla tayin etme olanakları vardır. İskoçya, Quebec, ve Katalonya örneklerinde olduğu gibi; bazı sınırlandırma girişimlerine rağmen, uluslar isterlerse referandum yolu ile kendi kaderleri konusunda karar verebilmektedirler. Elbette, referandum hakkının olduğu bir ortamda, silahlı bir bağımsızlık mücadelesi düşünülemez. Peki ama; bırakalım Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkını tanımayı, ‘Avrupa Yerel Yönetimlerin Özerkliği Şartı’nı bile kabul etmeyen ve Kürt halkının ilan ettiği öz yönetimleri şiddetle bastırmaya çalışan Türkiye koşullarında, Kürt halkın kendi kaderini tayin etmek için devlet şiddetine karşı, kendisini silahla savunma dışında bir seçeneği var mıdır?

Elbette, barışı bir tarafın yenilip diğer tarafa teslim olması ve boyun eğmesi olarak gören Türk resmi siyasetinin argümanları üzerinden fikir üretenlerin, Kürt halkına ve Kürt ulusal hareketine teslim olmak dışında bir çözüm önermesi beklenemez. Fakat bu zevatın iddialarının tersine, kalıcı barış için en uygun koşullar, savaşan güçler arasında göreceli olarak bir askeri güç dengesinin bulunduğu durumlardır. El Salvador deneyimi[1] bu görüşün geçerliliğini gösteren en önemli deneyimdir. Askeri güç dengesi karşılıklı olarak siyasal bir caydırıcılığa neden olmakta, bu da tarafların tek yanlı keyfi adımlar atmasını engellemektedir. İnsanlık tarihinin bize öğrettiği ders de budur.

Devletin gerçek bir çözüm siyasetinden kaçmasının, bir anlamda sorunun etrafından dolanarak palyatif çözümlere yönelmesinin bir nedeni de; Kürt tarafının ’’çözüm süreci’’ boyunca attığı bazı yanlış adımlardır. Abdullah Öcalan, hemen hemen tüm ateşkes görüşmelerinde gerillanın ’’sınır dışına’’ çekilmesini birinci adım olarak kabul etmektedir. O bu adımıyla bir yandan kendisin ve örgütünün ateşkes ve siyasal çözüm konusundaki istek ve samimiyetini diğer yandan kendisinin örgütü üzerindeki kontrolünü devlete göstererek, kendisiyle çözüm noktasında masaya oturulabileceğini anlatmak istemektedir. Ne var ki, bu adım, birbirileri ile savaş halinde olan iki gücün, soruna müzakerelerle siyasi bir çözüm bulma konseptine ters bir adımdır. Bu nedenle, beklentilerin aksine sürecin daha yapıcı ve hızlı ilerlemesini sağlamak yerine, krize yol açmaktadır.

Dünyadaki örneklerinden de görüldüğü üzere, kontrol altındaki alanlardan ve mevzilerden çekilme, görüşmelerin antlaşma ile sonuçlanmasıyla birlikte, en son adım olarak atılacak silah bırakma aşamasında gündeme gelmektedir. Çünkü tüm taraflar müzakere masasına askeri ve siyasi olarak en güçlü pozisyonda oturmak ve süreç boyunca bu pozisyonlarını korumak, hatta daha da güçlendirerek masadan en ileri kazanımlarla kalkmak isterler. Fakat, Öcalan bu işleyişe ters bir rota izlemektedir. O öncelikle PKK’nın askeri pozisyonunun kaybederek masaya oturmasını kabul etmektedir. Böylece sürecin sonucunda ulaşması gereken sonuca daha baştan ulaşabileceğini hesaplayan devlet, bir anlamda atması gerekli adımları atma zorlamasından kurtulmaktadır. Dahası devlet, ister istemez ‘Mademki; Öcalan PKK üzerinde bu kadar etkilidir, o zaman biz bu etkiyi kullanarak, çok fazla taviz vermeden PKK’yı etkisizleştirebiliriz’ gibi bir yönelime girmektedir. Bu durum Öcalan’ın serbest bırakılmasını da zorlaştırmaktadır. Çünkü hiçbir güç karşıtları üzerinde bu derece büyük etkiye sahip bir rehineyi, sorun çözülmeden elinden kaçırmak istemez.

Öte yandan, Öcalan’ın olur dediği bu adımların yaratığı tehlikeleri pratik alanda rahatlıkla görebilen gerilla ve yürütme kadroları frene basmak zorunda kalmaktadırlar. Bu durum iktidarın yaptığı algı operasyonlarının da etkisiyle, kamuoyuna ‘PKK’nin verdiği sözleri tutmaması’ ya da Öcalan ile çelişkiye düşme olarak yansımaktadır. Aslında dışardan görebildiğimiz kadarıyla sorun, Öcalan’ın bulunduğu konum itibariyle, bağlayıcı yürütme görevi almaması gerekirken, yakalanmadan önce sahip olduğu ‘tek adam’ pozisyonunu, cezaevinde de sürdürmeye çabasından kaynaklanmaktadır. Sürdürülmeye çalışılan bu öznel konum, hem objektif gerçeklikle bağdaşmayan tavırların gelişmesine neden oluyor, hem de kamuoyunda Kürt ulusal hareketinin kurumsal yapılarına karşı bir güvensizliğe neden olmaktadır. Bu durum en çarpıcı haliyle 7 Haziran seçimi sürecinde yaşandı.

‘’Son karar mercii’’ olarak görülen Öcalan’ın İmralı’da devletle kapalı devre görüşme yürütmesi, bunun sonucunda ortaya çıkan açıklamaların dili-içeriği ve AKP iktidarının ‘’Öcalan’la anlaşıyoruz, Kandil ve HDP sabote ediyor’ yönünde geliştirdiği söylem, Öcalan’ın imajı noktasında olumsuz bir görüntü oluşturmakta ve diğer yanıyla kurumların meşruyetinin ve iradesinin sorgulanmasına neden olmaktadır.

Bu söylenenlerden Öcalan’nın, genel ve özel olarak devletle müzakere sürecinde denklem dışında tutulmasını istediğimiz sonucu çıkartılmamalıdır. Öcalan, esir olmasına karşın hala etkili bir siyasi kişiliktir. Bu etkinin yadsınması gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Söylemeye çalıştığımız, Öcalan’ın içinde bulunduğu objektif duruma uygun bir rol üstlenmesi ve alanda mücadeleyi yürüten kurumsal yapıların esas alınmasıdır.

KCK, konu ile ilgili yaptığı son açıklamalarla, yaşanan bu çelişkili duruma en azından teorik olarak son vermiştir. Kürt sorunu çözülmeden, geri çekilme ve silah bırakmanın söz konusu olmadığını açıklayan KCK, çekilme ve silah bırakma kararların alınmasında, var olan konjonktürde son karar merciinin kendileri olduğunu belirtmiştir.

Ateşkes sadece PKK’ya mı yarıyor?

1993 yılında PKK tarafından ilan edilen ateşkes dışında, Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında yakalanmasından bugüne kadar geçen 16 yıllık zaman diliminin önemli bir kesiti ateşkes süreçleri ile geçmiştir. Bu somut durum, devletin PKK konusunda yaratmaya çalıştığı “şiddet ve terörden beslenen bir örgüt” algısını geçersiz kılmaktadır. İddia edildiği gibi bu örgüt, sorunu ‘şiddet ve terör’ yolu ile çözme dışında bir yol tanımıyorsa, peki neden bu derece sıklıkta ateşkes ilan ediyor? İktidara yakın bazı ‘’külyutmaz” kesimler bu soruya genellikle “PKK sıkıştığı için ateşkes ilan ediyor” cevabını verirler. Anacak bu cevap anlamsızdır. Çünkü, PKK’nin bu ateşkesleri ilan etmekteki önceliği kendi durumu değildir. Aksine, hemen hemen her defasında PKK, bizatihi devletin istemiyle ateşkes ilan etmektedir. Ateşkes, 1993’te Özal’ın istemiyle, 1999 yılında 2013 yılına kadar ise İmralı’da devletle anlaşmalı bir şekilde ilan edilmiştir. Külyutmazların mantığına göre söylersek, devlet daha çok sıkışmış olacak ki, PKK’dan ateşkes ilan etmesini istemektedir.

Aslında ateşkes ve dolayısı ile barış ortamları tüm kesimlere yarar. Son üç yılda savaşın durması Türkiye’ye fazlasıyla yaradı. Savaşın durması siyasal istikrarı pekiştirdi ve buna bağlı olarak ekonomi istikrarlı olarak büyüdü. Türkiye savaş harcamalarından kurtuldu. Yabancı sermayenin akışı arttı ve turizm gelişti. Dahası devlet bu çatışmasızlık ortamından yararlanarak, Kürdistan’da yeni karakollar, yollar ve barajlar inşa etti.

Değişmeyen sömürgeci zihniyet ve eskisi gibi yönetilmek istemeyen Kürt ulusu

Ateşkesin bitişi ile Kürdistan’da yeniden başlayan savaş, sanki 90’li yılların bir kesitinde dondurulmuş ve bir komutla kaldığı yerden tekrar başlamış gibi görünüyor. Sanki sürecin başında “analar ağlamsın” diyenler bu iktidarın sahipleri değilmiş ve sanki her türlü insanlık dışı yöntemin denendiği 30 yıllık savaştan hiçbir ders çıkarılmamış gibi, savaş 90’lı yıllarda sürdürüldüğü vahşi haliyle ve aynı söylem eşliğinde yeniden başlatıldı. Hatta, Cizre’de yaklaşık on gün boyunca süren sıkıyönetim ve kuşatma altında gerçekleştirilen sivil katliamı dikkate alınırsa, yer yer 90’lı yılları geride bırakan manzaralarla karşılaşıyoruz.

Gelip geçen hükümetlere, değişen kadrolara ve barış konusunda harcanan bütünün çabalara rağmen, devletin zihniyetinde, söyleminde ve uygulamalarında hemen hemen hiçbir değişimin yaşanmamış olması, gerçekten dikkat çekicidir. Gerici-şoven çevreler açısından bu durum bir övünç vesilesi olabilir; ancak toplumun gelişme yasalarına aykırı bu durum; aslında bir şeylerin normal akışında gitmediğini göstermektedir. Çürüyen ve giderek gericileşen bir yapı, niceliksel büyüklüğü ve gücü ne olursa olsun kendisini yenileyemez ve geliştiremez. İçten içe çürüyen bir ağaç gibi, ne kadar heybetli görünürse görünsün, bir an gelir son bir darbeyle yerle bir olur.

TC sınırları içinde başka ulus ve etnik grupların varlığını kabullenmeyen ve kendi varlığını bu grupların yok edilmesi üzerine oturtan 90 yıllık devlet zihniyeti değişmemiş olabilir. Ancak başta Kürt ulusu olmak üzere diğer ezilen etnik ve dinsel grupların durumu, konumu ve anlayışı radikal bir biçimde değişmiştir. Kürt ulusu ve diğer gruplar artık eskisi gibi yaşamak istemiyorlar ve TC’nin kendileri için zorla belirlediği statüyü tanımıyorlar ve onlar en son Cizre örneğinde görüldüğü gibi, bu statüyü değiştirmek için bedel ödemek pahasına uzun vadeli bir mücadeleye hazırdırlar.

1950’li yıllardan bu yana ama özellikle son 30 yıl içinde sadece Kuzey Kürdistan’da değil, bölgesel bazda Kürtlerin siyasal statülerinde ve sosyal, ekonomik ve örgütsel yapılarında köklü değişiklikler yaşanmıştır. Günümüzde Kürtler, Güney Kürdistan’da federal bir devlete, Rojava’da kendi özyönetimlerine sahiptirler.

TC’nin kuruluşundan 40’lı yıllara kadar devletin Kürt ulusunun varlığını ve haklarını inkar eden ‘tek ulus’ projesine karşı pek çok Kürt direniş ve başkaldırı hareketi gelişmiştir. Ancak bu hareketler toplumsal taban bakımından dar ve program ve örgütlenme açısından zamanın ihtiyaçlarına cevap olabilecek düzeyde değillerdi. Elbette bu ulusal hareketlerin sınırlarını ve etkinliğini daraltan faktörler, o dönem Kürt toplumunun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik, politik ve kültürel koşullardı. 50’li yıllara kadar Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısı oldukça geriydi ve büyük ölçüde dünyaya kapalıydı. Kürt halkının ulusal bilinci ve demokratik örgütlenme birikimi de bu süreçte oldukça zayıftı.

TC tarafından yenilgiye uğratılan ulusal direniş hareketleri geride sürekliliği olan kurumsal bir yapı bırakmadılar. Fakat sonraki kuşakların ulusal bilinç kazanmalarına katkı sağladılar ve dilden dile anlatılan bir direniş geleneğini miras olarak bıraktılar.

1950’li yıllardan itibaren de Kürdistan toplumu giderek daha fazla oranda dış dünyaya açıldı, kapitalist sisteme entegre olmaya başlayan Kürdistan toplumunda yeni sınıflar ve buna bağlı olarak yeni ideolojik-politik hareketler oluştu.

Yaşanan ekonomik-sosyal ve siyasal değişime rağmen, Türk devletinin Kuzey Kürdistan’daki siyasal-idari egemenliğinde hemen hemen hiçbir gevşeme yaşanmadı. 70’li yıllarının ortasına kadar, Kuzey Kürdistan’da devletin otoritesi öylesine güçlüydü ki, valilere bile iş düşmüyordu. Sosyal anlamda yerel feodal sınıfların belli düzeyde bir otoritesi bulunmakla birlikte, Kürdistan’ı adeta Jandarma Başçavuşları yönetiyordu. Karakol çavuşları bulundukları bölgede adeta birer kraldı. Onlar bir komutla vatandaşları hiza ya çekebilir, işkence yapabilir ve hatta öldürebilirdi. Kürt insanının bu uygulamalara tekil bazı karşı koyuşları dışında, ne direnme bilinci ne de iradesi ve gücü vardı. Kürt bireyi dirense bile arkasında onu destekleyecek ve ona sahip çıkacak bir örgütü ve toplumsal desteği yoktu.

Fakat özellikle 70’li yılların başından itibaren Kürt toplumunun siyasal dünyasında, yeni ve köklü bir dönüşüme yol açacak değişimler yaşanmaya başladı. Kürt gençliği tarihsel birikiminden devraldığı ulusal bilinci ve direniş geleneğini; 60’lı yıllardan itibaren dünyadaki ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri deneyimleri ile birleştirerek, sol-sosyalist eğilimli modern Kürt ulusal kurtuluş hareketini oluşturdu. Bu hareketin bir parçası olan PKK, 1984 yılında, o zaman işbaşında olan 12 Eylül faşist darbe rejiminin dayanılmaz derecede ağırlaştırdığı sömürgeci düzene karşı, ulusal kurtuluş stratejisiyle silahlı bir direniş hareketi başlattı. PKK bu hamlesiyle kendisini 80 öncesinde sahip olduğu zaaflardan büyük ölçüde kurtararak daha istikrarlı bir yapıya kavuşturmuştur. Diğer yanda bu adım, Kuzey Kürdistan’da henüz ideolojik-siyasi bir hareket düzeyinde olan ulusal hareketi, silahlı mücadele yürüten bir hareket düzeyine sıçratmıştır. PKK’dan önce de silahlı mücadele hazırlıkları yürüten ve hatta sınırlı düzeyde de olsa gerilla faaliyeti yürüten hareketler olmuşsa da, bunlar süreklilik taşıyan bir yapıya kavuşmamışlardır. Fakat PKK, inişleri çıkışlarıyla, doğru ve yanlışlarıyla birlikte, örgütsel yapıda sürekliliğini koruduğu gibi; 1984’ta başlattığı silahlı mücadelesini de aradaki kesintilere rağmen günümüze kadar sürdürmüştür.

30 yıldır süren ulusal kurtuluş mücadelesi Kürt ulusal bilincini yükseltmiş, toplumdaki sinmişliği ve silikleşmeyi büyük ölçüde ortadan kaldırarak, ulusal yapıyı daha kararlı bir düzeye ulaştırmıştır. En önemlisi de, Kürt halkı dünya halkları ile eşit bir konum sahip olmak, onlar gibi kendi kendisini yönetmek ve kendi kültürü, doğası ve zenginlik kaynakları konusunda kendisi karar verme bilinci ve iradesine kavuşmuştur. Bu bilinç; Kürt halkının eyleminde ve söyleminde, pratik ve kitlesel düzeyde nesnel bir güce dönüşmüştür. Bu nesnel durumun geriye döndürülmesi artık mümkün değildir.

Kuzey Kürdistan’da halkın kendi kendisini yönetme istemi noktasında bu derece kararlı bir irade ortaya koymasında, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki özyönetim deneyimlerinin büyük bir etkisi vardır. Ancak, belki de en önemli etken; AKP iktidarının Rojava’ya karşı yürüttüğü kirli savaş ve uzun yıllardır sürdürdüğü sinsi oyalama politikası sonrasında Kuzeyde halka karşı başlattığı topyekun saldırıdır. Kürt halkının devletten kendi sorunlarının barışçıl çözümü yönünde bir beklentisi ve artık Türk gücünü egemen kılmak için sürekli başına indirilen sopaya tahammülü kalmamıştır. Türk devlet yetkililerinin sıklıkla kullandıkları ‘’artık bıçak kemiğe dayandı’’ deyimi, aslında bugün Kürtlerin içinde bulunduğu duruma uygun düşmektedir. Hatta diyebiliriz ki, bıçak artık Kürtlerin kemiğini bile kesmiştir.

Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesi yolunda bir adım olarak özyönetim

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız koşullar içinde, bugün Kürt halkı pek çok yerleşim biriminde kendi özyönetimlerini ilan etmektedir. Bu özyönetim ilanları hem meşru hem de Türk yasalarına ve uluslararası hukuka göre tamamen yasaldır. Hatta bu yerel halk iktidarları şimdiki Tayyip-AKP rejiminden daha meşru ve yasaldırlar.

Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”nin ‘Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı’ başlıklı ilk maddesi şöyle düzenlenmiştir:

“1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

2. Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz. ‘’

Bu sözleşme maddeleri, uluslararası hukuk açısından taraf ülkeleri bağlayıcı niteliktedirler.

Türkiye bireysel hakları ve kollektif hakları düzenleyen ve ‘’İkiz sözleşmeler’’ olarak adlandırılan BM sözleşmelerini 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamış ve son olarak 4 Haziran 2003 tarihinde, 4867 ve 4868 sayılı kanunlar ile mecliste kabul etmiştir. Onaylanan sözleşmeler 18 Haziran 2003 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmıştır.

Türkiye, bu sözleşmeleri imzalarken ortaya koyduğu ‘2 beyan ve 1 çekince’ ile ‘halkların kendi kaderlerini tayin hakkının’ kendisi için uygulanabilirliğini engellemeye çalışmıştır. Bu amaçla, Birleşmiş Milletler Antlaşmasının ‘’Ülkelerin Toprak Bütünlüğünün Dokunulmazlığı” ve ‘devletlerin egemenlik hakları’ ile ilgili maddeleri çerçevesini hatırlatmış ve Lozan antlaşmasının Türkiye’deki azınlıklar ile ilgili maddelerini öne sürerek, TC sınırları içinde söz konusu hakkı kullanacak bir halk olmadığını anlatmak istemiştir. Fakat Türkiye’nin bu beyan ve çekincelerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü Kürtler azınlık değil bir ulustur. BM’in kullandığı ‘halk’ kavramı ise zaten ulus kavramından daha geniş ve esnek bir kavramdır. Yani fazlasıyla Kürtleri kapsar. Ayrıca ulus ya da halkların varlığı yasallarla belirlenmez ya da yasalarla bir ulus oluşturulup yok edilemez. Bu topluluklar sosyolojik birer varlıktırlar ve nüfusları, dilleri, kültürleri, vatanları, tarihleri vb değerleriyle kendilerini somut olarak ortaya koyarlar. Yasalar sadece bu sosyal varlıkların varoluşundan kaynaklanan konumlarını ve haklarını teslim ederler. Nitekim söz konusu BM sözleşmesin 25. maddesinde halkların “kendiliklerinden sahip bulundukları haklar”ının varlığından söz ederken, bu sosyolojik duruma atıfta bulunur.

Kaldı ki; Kürt ulusunun varlığı ve hakları Irak Anayasası ve dolayısı ile uluslararası hukuk tarafından güvence altına alınmıştır. TC sınırları içinde de, Kürt halkının varlığı konusunda bir tartışma yürütmek artık abesle iştigaldir.

’Ülkelerin Toprak Bütünlüğünün Dokunulmazlığı” maddesi zaman zaman ‘halkların kendi kaderlerini tayin hakkının’ kullanılmasına engel olarak çıkarılsa da, sınırları içinde başka halklara ayrımcılık yapan ve baskı yapan ülkeler söz konusu olduğunda, halkların hakları ve özgürlüğü, toprak bütünlüğüne tercih edilmektedir. Kosova’nın bağımsızlık ilanının uluslararası hukukta tanınmasının dayanağı da bu durumdur.

‘“Hiçbir ayrım yapmadan, tüm toplumu temsil eden demokratik devletlerde, self-determinasyon ilkesinden yararlanılamaz.” (1993 tarihli Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı) benzeri ilkesel kabuller bulunmasına rağmen, bu yaklaşım da İskoçya-İngiltere örneğinde olduğu gibi pratik olarak aşılmıştır.

Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını, bir ulusun başka uluslardan ayrılıp, kendi bağımsız devletini kurması hakkı da dahil olmak üzere; çekincesiz bir ‘’ayrılma özgürlüğü’’ ya da ‘’boşanma hakkı’’ olarak formüle etmiştir. Lenin ‘bağımsız devlet’ vurgusu, kaderini tayin hakkının kullanımının bağımsızlık yönünde mutlaklaştırılması anlamına gelmez. Lenin amacı, bu hakkın kullanımını sınırlamaya çalışan burjuva ikiyüzlülüğü karşısında (günümüzde öne sürülen ‘ülkelerin toprak bütünlüğü’ benzeri gerekçelerle yapılan sınırlamalarda olduğu gibi) hakkın gerçek anlamını savunan sosyalistlerin duruşunu berraklaştırmaktır. Lenin teorisinin özü, hiçbir ulusun bir devlet sınırları içinde zorla tutulmaması ve ulusların kiminle ve nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri ile kendilerinin karar vermesidir. Yoksa bu hakkın nasıl ve ne biçimde kullanılacağına dair bir dayatma içermez.

BM’in halkların kendi kaderini tayin hakkı kararı, bir halkın kendisini ezen bir halktan ayırılma hakkını içeren dışsal kullanım ve ülke içinde halkın kendi kendisini yönetme hakkını gasp eden diktatör rejimlere karşı halkın demokratik yönetme hakkını geri alması şeklinde içsel kullanımı olmak üzere ikili bir karakteri vardır. Bugün Kuzey Kürdistan’da halkın ilan ettiği ve direnişle savunduğu özyönetimler, hem iç hem de dışsal kullanım bakımından Türkiye’nin iç hukuku tarafından da kabul edilen BM’in sözleşmelerine fazlasıyla uygundur.

Tayyip Erdoğan ve AKP sivil faşist bir darbe gerçekleştirerek anayasayı askıya almışlardır. Seçimlerde ortaya çıkan iradeyi tanımayarak, şiddet ve hile yoluyla iktidarı gasp etmişlerdir. Bu durumda sadece Kürt ulusunun varlığından kaynaklı haklarının tanınmaması ve halkın iradesini yasal zeminde temsil eden HDP’ye uygulanan ayrımcılık ve baskı nedeniyle değil, vatandaşlık haklarının gasp edilmesine karşı, demokratik hakların geri alınması noktasında yani kendi kaderini tayin hakkının içsel kullanımı bakımından da; özyönetimler meşru ve yasaldır.

Özyönetimlerin öz savunma yolu ile korunmasının esas nedeni de, artık AKP iktidarının SS birliklerine dönüşmüş olan polis ve diğer güvenlik güçlerinin yaptığı katliamalar ve haksız tutuklamalardır. Kürt halkına kendi kaderini tayin hakkının kullanılması yönünde diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi referandum hakkı tanınırsa ve Kürdistan’daki devlet terörüne son verilirse, halk silahlı direnişe başvurmaz.

Esasen, Kürt halkı 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye verdiği büyük destekle; Türk halkı ile birlikte yaşama iradesini ve aynı zamanda; kendi ulusal-demokratik haklarının tanınması, özgürlük ve hak eşitliğine dayalı gerçek ve çoğulcu bir demokratik-barışçıl bir toplumsal yaşam talebini de ortaya koydu. Fakat AKP iktidarı bu demokratik tercih ve taleplere savaşla karşılık vermiştir. Bu durumda Kürt halkının önünde direniş ve kendi kaderini eline alma dışında hiçbir seçenek kalmamıştır.

Bu koşullarda kısaca söylersek, özyönetim Kürdistan ve Türkiye halklarının geleceğidir.

 

 -------------------------------------

 

[1] 1980 -1992 yılları arasında El Salvador‘da sol-sosyalist eğilimli bir cephe örgütü olan Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi (FMLN) ile iktidar güçleri arasında 12 yıl süren bir iç savaş yaşandı. İç savaşta 100 bin insan öldü. Taraflar arasında 1992 yılında imzalanan barış antlaşması ile iç savaş sona erdi. Bu antlaşma, görüşmeler yolu ile iç savaşlara son verme uygulamasının başarılı bir örneği olarak kabul edilmektedir. Antlaşmadan sonra FMLN seçim yolu ile iktidara gelmiştir. Arada bir seçim kaybetse de son seçimi kazanarak tekrar iktidara gelmiştir. FMLN bünyesindeki beş örgütün en güçlüsü olan El Salvador Komünist Partisi lideri Şefik Handal, barış antlaşmasına giden yolu şöyle anlatmaktadır:

“ 1989 Haziranından sonraki aylarda halk savaşı en yüksek düzeye yükseldi ve görüşmelerin yolunu açtı…Halk savaşımız ikili bir iktidar durumuna yol açtı. Devrimci iktidarın askeri, politik, sosyal, bölgesel diplomatik bir ifadesi vardı. İkili iktidar kendisini 1989 ana saldırısı sırasında tüm boyutlarıyla gösterdi. İşte görüşmelere yol açan ve ARENA”yı (O dönemdeki iktidar partisi-AA) aşırı politikasından ve “topyekun savaş” stratejisinden uzaklaştıran…sivilleşme ve demokratikleşme bazında yürüyen politik çözüm görüşmelerini kabul ettiren de bu oldu.”

“Devrimci savaşa başladığımızda, iktidar sorununun oligarşik askeri diktatörlüğün yıkılması ve devrimci güçlerin iktidarı ele geçirmesiyle çözüleceğinden hiç kuşku duymuyorduk…12 yıllık olağanüstü bir çapta ve saldırı gücüne rağmen ne yıkım nede iktidarın ele geçirilmesi gerçekleşmedi… Biz devrimci güçler iktidarı alamadık, ama biz yeni demokratikleşme, istikrar ve ekonomik büyüme üzerinde varılan ulusal uzlaşmanın yürümesinde vazgeçilmez bir gücüz.” (Şefik Handal, Latin Amerika Solu Tartışıyor- Gerilla Ve Sonrası, İrfan Cangatin, Bireşim Yay. S. 133-146)