Salı, Mart 19, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Türkiye’nin Musul’a asker göndermesi ne anlama geliyor?

 

Türkiye’nin Musul’a asker göndermesi ne anlama geliyor?

 

Ahmet Aydın

19. 12. 2015

 

Türkiye, izlediği yayılmacı, militarist ve mezhepçi strateji nedeniyle sadece içte değil, Ortadoğu bölgesinde de krizden krize koşuyor. Suriye’de düşürülen uçak nedeniyle Rusya ile yaşanılan ciddi gerilim dinmeden, bu kez Irak’la Musul’a asker gönderme krizi yaşanıyor.

Irak hükümeti, Türkiye’nin kendisinden onay almadan Musul yakınlarındaki Başika kampına asker ve ağır silahlar sevk etmesine sert tepki gösterdi. Basında yer alan son haberlere göre, Türkiye askerlerinin bir kısmını Başika’dan çekip Güney Kürdistan sınırları içindeki Duhok yakınlarında konumlandırmış. Ancak, Türkiye’nin bu adımı krizin çözümü için yeterli olmadı. Irak hükümeti Türk askerlerinin tümden Irak topraklarını terk etmesi noktasındaki ısrarını sürdürüyor.

İran ve Rusya bu kriz sürecinde açık ve güçlü bir biçimde Irak’ın yanında yer aldılar. Başından itibaren Türkiye’nin merkezi hükümetin onayı olmadan Musul’a asker göndermesini ‘desteklemediğini’ açıklayan ABD, kısa bir süre sonra Türkiye'ye, Irak hükümeti tarafından izin verilmemiş bütün askeri güçlerinin Irak topraklarından çek’ çağrısı yaptı. Son olarak ABD Başkanı Obama yaptığı telefon görüşmesinde doğrudan Erdoğan’a ‘’Askerlerinizi Iraktan çekin’’ dediği basına yansıdı. Fakat Türkiye’nin alttan alırmış gibi yapıp, tutumunda ısrar eden bir yaklaşım geliştirdiği görülüyor. Bu durum; Türkiye’nin bu hamleyi ciddi hedefler içeren bir plan çerçevesinde geliştirdiğine işaret ediyor ve buna bağlı olarak krizin kısa bir süre içinde çözülemeyeceğini gösteriyor.

İran’ın Irak’taki etkinliğinin sınırlandırılması ve Irak’taki Şii hakimiyetinin bir Sünni blok yolu ile dengelenmesi konusunda ABD ve Türkiye aynı çizgide buluşsalar da, ABD, Türkiye’nin bölgede tek yanlı ve zamansız adımlar atmasından ve petrol yataklarını tek başına kontrol etme çabasından memnun değildir. Bu nedenle geçmişte Barzani yönetiminin Türkiye ile fazla yakınlaşmasından rahatsız olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, ABD, Barzani yönetimiyle Türkiye’nin aşırı yakınlaşması konusunda hala hassastır. Üstelik bu ittifak yoluyla Türkiye’nin Musul petrolleri üzerinde hak sahibi olması, ABD’nin sabrını daha fazla zorlamaktadır.

ABD, Türkiye’nin bu hamlesinin Irak yönetimini giderek İran ve dolayısı ile Rusya’ya daha da yakınlaştıracağını görüyor. Üstelik, BMGK’ne götürülmüş olan bu sorun, Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirebilir. ABD, Rusya’nın bölgede daha fazla etkinlik kurmasıyla sonuçlanacak böylesi bir krizi karşılamaya hazır mıdır? Suriye’de yaşananlar, bu soruya olumlu cevap vermeyi çok olanaklı kılmıyor.

Kısaca ifade edersek, aslında ABD prensip olarak Türkiye’nin Musul’a asker göndermesine karşı çıkmaz. ABD için sorun; Türkiye’nin bu hamleyi ABD’nin belirlediği plan çerçevesinde değil, kendi özel ajandası çerçevesinde yapmasıdır. Dolayısıyla, yüksek perdeden itirazlarına rağmen ABD’nin çabası; Türk askerinin Irak hükümetinin istediği gibi tümden çekilmesi yönünde değil; ABD’nin planlarının sınırlarına çekilmesi yönünde olacaktır. Bu nedenle, Musul’un statüsü belirleninceye kadar ABD-Türkiye-BM yetkililerinin oynadığı ‘dedim-demedin’ oyunlarını izlemeye devam edeceğiz. Irak yönetiminin ve müttefiklerinin bu oyunu bozma gücü olacak mıdır? Onu da zamanla göreceğiz.

İç ve dış politikada korsan devlet tarzı

Sorunlu olan sadece Türkiye’nin izlediği siyasal ve askeri strateji değildir, bu ülkenin stratejisini uygulama tarzı da sorunludur. Erdoğan "İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye'nin yönetim sistemi…değişmiştir” derken, aslında; iç yapıda “artık kendi bildiğimi okuyacağım” tarzında bir korsan hukukunun geçerli olacağını ilan ediyordu. Aynı korsan tarzı, bölgesel politikalarının uygulamasında da görüyoruz. Müttefikleriyle birlikte teröristleri eğitip donatarak Suriye’ye saldırtması ve bu terör gruplarına her türlü lojistik desteği sağlamsı; ardından bu terör gruplarını korumak için “sınır ihlali” bahanesiyle Rusya uçağını düşürmesi, şimdi de Irak hükümetinden izin almadan Musul’a asker göndermesi, açıkça yıkıcılığı ve hukuk tanımamazlığı bölgesel boyut kazanmış korsan bir devletin varlığını gösteriyor.

Tayyip Erdoğan, boyunu aşan bir düzeyde Ortadoğu bölgesinde korsancılık oyunları oynuyor. Türkiye’de “fiili bir başkanlık” rejimi kurma çabasında hayli yol aldığı için, buradan aldığı cesaretle “Peşmerge ve Sünni Arapları IŞİD’e karşı eğitiyoruz” gerekçesiyle, Irak yönetimini hiçe sayarak Musul’da korsan bir askeri bir üs kurmaya çalışıyor.[1] “Eğitim için gidiliyorsa, bu kadar askere, tanka ve topa ne gerek var?” ya da ‘’Bir yıldır eğitilen bu Sünni Arap güçleri neden bugüne kadar IŞİD’e karşı savaşmadı?’’ Soruları cevapsız kalıyor. Bu durum asker göndermenin arkasındaki gerçek niyeti ortaya çıkarıyor aslında. Fakat Erdoğan ve çırağı; hiç utanmadan, arlanmadan öne sürdükleri “eğitim” yalanını yeni gerekçelerle destekleyerek sürdürüyorlar ve gerçek niyetlerini gizlemeye çalışıyorlar.

Ahmet Davutoğlu, Mesut Barzani’yle Ankara’da yaptığı görüşme sonrasında Musul’a asker gönderilmesine ilişkin şunları söylemiş: "Irak'taki mevcudiyetimiz bu bölgenin istikrarını temin etmek içindir. Çünkü DAEŞ ile komşu olmak istemiyoruz. DAEŞ ile komşu olmamak için de Erbil'in güçlü olması lazım.” [2]

Davutoğlu’nun reisi Erdoğan da demiş ki: "Zira başta DAİŞ terör örgütü olmak üzere tüm terör örgütlerinin cirit attığı bir yer Irak. Bu terör örgütleri Türkiye için her an bir tehdit unsurudur… Biz diyoruz ki Irak merkezi yönetimi eğer oradan ülkemize yapılacak herhangi bir terör saldırısına gerekli tedbiri alamıyorsa, bu tedbirlerimizi biz alırız" [3]

Bugünkü söylem ve pratikleri ile yakın geçmişteki söylem ve pratikleri arasında minimum düzeyde bir tutarlık bile oluşturamayan ve hayatın gerçekliğinden bu kadar uzak olan bu kişilerin; nasıl olup da bir devletin başına geldikleri, gerçekten çözülmesi zor bir denklem gibi karşımızda duruyor.

Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin zaten Suriye sınırında IŞİD’le komşu olduğunu unutmuş gibi konuşuyor. Neredeyse tüm dünya her gün “IŞİD’le olan 98 km’lik sınırını kapat, bu sınırdan militan geçişini ve ticareti önle” diye Türkiye’ye çağrıda bulunuyor. Buna karşılık, Davutoğlu’nun formel olarak olsa bile başında bulunduğu hükümet “98 km’yi sizin dediğiniz yöntemle tutabilmemiz için 30 bin asker yığmamız ve 3 metreye bir asker dizmemiz lazım[4] ciddiyetsizliği ile adeta bu çağrılarla dalga geçiyor. Durum böyleyken, Davutoğlu, IŞİD’in Güney Kürdistan sınırından komşu olma riski bulunduğu gerekçesiyle Irak topraklarına asker gönderip güvenliği sağlayacakmış? Gülünç bir durum.

IŞİD’in Güney Kürdistan sınırı üzerinden TC’ye komşu olma riskinin en yüksek olduğu dönem, 2014 yazında IŞİD’in Güney Kürdistan’a düzenlediği işgal saldırısı dönemidir. Bu saldırı sonucu IŞİD Erbil kapılarına dayanmış ve neredeyse tüm Güney Kürdistan işgal edilme tehdidiyle karşı karşıya kalmıştı. O dönem Mesut Barzani Türkiye’den IŞİD’e karşı askeri müdahale talebinde bulunmuş, ancak Türk tarafı bu isteği kabul etmemiş ve IŞİD’e karşı tek kurşun bile atmamıştı. Barzani ve diğer bazı Güneyli Kürt yetkililer bir kaç kez, bu durum karşısında büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını dile getirmişlerdi.[5] Güney Kürdistan halkı bu işgal saldırısını PKK’nin ve diğer bazı ülkelerin yardımıyla geri püskürtmüştü. Demek ki, Davutoğlu’nun ifade ettiği “bölgenin istikrarını temin etmek” gerekçesi tümüyle bir palavradan ibarettir. Gerçekten Türkiye başta Kürtler olmak üzere bölge halklarına kaşı böyle bir sorumluluk duysaydı, bu sorumluluğunu 2014 yazında bu halklarla birlikte IŞİD’e karşı savaşarak yerine getirirdi.

Erdoğan ise Musul’a asker gönderme gerekçesini, Irak’tan Türkiye’ye karşı “yapılacak herhangi bir terör saldırısına gerekli tedbiri alm(ak)” olarak açıklıyor. IŞİD’in Irak üzerinden Türkiye saldırma olasılığı hayli zayıf bir olasılıktır.[6] Daha da önemlisi, zorunlu olarak içerde alınan bazı polisiye tedbirler dışında, Türkiye’nin IŞİD’le savaşma gibi bir politikası yoktur. Aksine son bir yıl içindeki askeri operasyonları incelenirse, Türkiye’nin neredeyse tümüyle IŞİD karşıtı güçlere saldırdığı görülür. YPG ve PKK’ye karşı operasyonlar, Rus uçağının düşürülmesi, Suriye’ye karşı savaş ve en son Musul’a asker gönderme; bu hamlelerin tümü, IŞİD’i rahatlatan onun elini güçlendiren hamlelerdir.

‘Sünniler ve Şiiler arasındaki cihad’ın 2. evresi mi?

Gerçekte Türkiye’nin Irak’ta kendisine tehdit olarak gördüğü iki güç vardır: PKK ve Şiiler. Dolayısıyla, Türkiye’nin Musul’a asker gönderme adımının IŞİD’e karşı atıldığını söylemek mümkün değildir. Aksine Türkiye’nin amacı IŞİD’in gücünü yedekleyip; PKK ve Şiilere karşı pozisyonunu güçlendirmek ve bölgede mümkün olduğu kadar büyük bir alanı kontrol altına almaktır. Bu sonuca ulaşmak için elimizde yeterince veri var.

El Cezire Arapça kanalına verdiği röportajda İran ve Irak’ı mezhepçilikle suçlayan Erdoğan, bu suçlamaya dayalı olarak Türkiye’nin bölgedeki operasyonlarını meşrulaştırmak için ’’Sünni ahalinin koruyucusu’’ misyonunu üstleniyor. Şöyle diyor Erdoğan: “Buradaki Sünnilerin durumu ne olacak? Burada Sünni Araplar var, Sünni Türkmenler var, Sünni Kürtler var. Bunların güvenliği ne olacak?”[7]

Erdoğan’ın koruma altına almak istediği ‘Sünni ahali’nin kapsamına IŞİD de dahil edilir mi? Musul’un işgalinden itibaren uzun bir süre; Erdoğan ve AKP için IŞİD ‘öfkeli Sünniler’ kategorisi içindeydi. Dolayısıyla, bugün de çok küçük bir rötuşla IŞİD’i ‘Sünni Müslüman’ yapmak ve Türkiye’nin koruması altına almak pekala mümkündür.

IŞİD hareketinin ortaya çıkışını "Ülkemde ne oldu derseniz, çaresiz insanlar isyan etti. Bu kadar basit" [8] şeklinde; tıpkı Türkiye’deki AKP’li kardeşleri gibi yorumlayan terör suçlusu eski Irak cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi, IŞİD vahşetini ‘cihad’ olarak yorumlamış ve bu cihadın gerekçesini Maliki’nin geçmişteki ‘mezhepçi icraatına’ ve Şiilerin dini lideri Sistani’nin IŞİD’ karşı Şiileri silahlanmaya ve savaşmaya çağıran açıklamalarına dayandırmıştı. Şöyle demişti Haşimi: "Ayetullah el-Sistani'nin fetvası ateşi daha da körükledi. Sünni Araplardan buna bir tepki olacaktır ve tüm bunların sonunda Müslümanlar arasında yani Sünniler ve Şiiler arasında bir cihad bekliyoruz"[9]

Haşimi’nin bu sözleri söylediği tarihten iki gün önce (15. 06. 2014 tarihinde) IŞİD Tikrit’i ele geçirmiş ve burada yakaladığı 2500 Polisin 1700’nü Şii oldukları gerekçesiyle topluca kurşuna dizmişti. Musul-Tikrit arasında yakalanan Şiiler de topluca katledilmişti. Yani aslında IŞİD ‘cihadı’ çoktan başlatmıştı. Haşimi sadece bu ‘cihada’ meşru temeller oluşturmaya çalışıyordu. Bütün bu vahşet dünya basınına yansıdığı halde, Türkiye’de AKP’liler hala IŞİD’i ’’öfkeli Sünniler’’ olarak nitelendiriyorlardı. Güneyli ve Kuzeyli bazı Kürtlerin IŞİD’e yaklaşımı da, AKP ve Tarık Haşimi’den farklı değildi. Hatta bunlardan bazıları ‘’Esas tehlike IŞİD değil, İran’’ şeklinde propaganda yapıyorlardı. Tarık Haşimi, IŞİD’i ‘’Sünni cephesi"ne dahil ederek meşrulaştırdığı gibi, onun eylemlerini de ’’cihad’’ olarak kabul ediyordu. Ve dahası, resmi İslam söylemine bakılırsa Müslümanlara karşı cihad yapılmazken, Haşimi ’’Müslümanlar arasında cihad beklediğini’’ söylüyordu. Demek ki, gerçekte Haşimi’ye göre Şiiler Müslüman değildi.

Erdoğan ve Tarık Haşimi’nin kendi politika ve eylemlerini meşrulaştırmak için başvurdukları gerekçeler ortaktır. Her ikisinde ortak olan ‘’Şii tehditi’’ algısıdır. Biliyoruz ki, IŞİD de Şiileri tehdit olarak görmekte ve topluca yok etmektedir.

Erdoğan’ın ’’Sünni ahali’’ içinde görüp kanatları altına almak istediği Kürtlerin bir bölümünün temsilcisi olan KDP’ye yakın medya organlarında son zamanlarda “Şii Haşdi Eş Şabi milisleri’’ne karşı yoğun bir propaganda faaliyeti yürütülmektedir. Hatta bu güçlerin ‘’Kürdistan’ı işgal’’ edeceği söyleniyor. Yakın zamanda Kürtlerle Şiiler arasında bazı yerlerde çatışmaya dönüşen sorunlar yaşandı. Bütün bu çabaları, Türkiye’nin “Sünni ahalinin koruyucusu” olarak bölgeye müdahale etme emellerinden bağımsız düşünmek pek mümkün görünmüyor.

Maliki yönetimin ‘mezhepçi ve diğer grupları dışlayıcı’ bir politika izlediği konusunda pek çok farklı kesim neredeyse fikir birliği içindedir. Elbette bu yanlış politikalar IŞİD’in gelişmesine katkıda bulunmuştur. Ancak IŞİD’in varoluş nedenini bu politikalara dayandırmak büyük bir hatadır. IŞİD hak arama mücadelesi yürüten bir hareketten çok, Sünni Arap hakimiyeti kurmaya çalışan, yani Arap şovenizmini esas alan bir yapıdır. Üstelik IŞİD, Selefilik gibi oldukça sekter ve gerici bir İslam anlayışına dayanan hilafet projesiyle, bir ‘’Arap-İslam imparatorluğu’’ kurmak peşindedir. Dolayısı ile yayılmacı Arap şovenizmi ve ortaçağ kalıntısı bir dinci ideolojinin yönlendiriciliğinde hareket eden bir gücün ortaya çıkardığı barbarlığı, bugünkü modern literatür içinde tanımlamak bile zorlaşmaktadır.

Iraklı Şiilerin dini lideri IŞİD’in saldırılarına karşı Şiileri savunma savaşına çağırırken, ’’Sünnilere karşı bir cihad’’dan bahsetmemişti. Sistani’nin çağrısıyla oluşturulan ’’Haşdi Eş Şabi’’ gücü IŞİD’e karşı savaşta etkili bir güç oldu. Bu güçler bazı yerlerde halka zulüm etmiş olabilirler. Ancak genel anlamda bu güçlerin IŞİD’e karşı savunma savuma savaşı çizgisinden saptığını gösteren ciddi veriler yoktur. Her halükarda ’’Haşdi Eş Şabi’’ gücü IŞİD vahşetine karşı Şii kitlelerin oluşturduğu bir meşru savunma gücüdür. Bu gücün işlediği suçların hesabını sormak doğrudur. Ancak, ’’bu güç var olmasın’’ demek ‘Bırakın IŞİD Şiileri katletsin ve Basra Körfezine kadar tüm Irak’ı kontrol etsin’ demektir.

Şii-Sünni çatışmasının derinleşmesi noktasında, Türkiye’nin Musul’a asker göndermesi kritik bir önemdedir. Çünkü, Sünni olsun Şii olsun egemen güçler içerde iktidarlarını sağlama almak, dışarda ise yayılmacı emellerine ulaşmak için mezhepçiliği kullanmışlardır. Üstelik küresel güçler de aynı politikayı; hem de daha kirli bir haliyle gütmektedirler. Bölgemizdeki yıkımların en büyük nedeni de, dinin veya dinsel farklılıkların egemen güçler tarafından bu tarzda siyasal-ekonomik çıkarlar uğruna kullanımı yatmaktadır. Dikkat edilirse, Türkiye de Musul’a asker gönderirken Şii-Sünni çelişkisini kullanmaktadır. Türkiye bir Sünni bir blok oluşturarak bölgede hakimiyet kurma politikasını sürdürmekte ısrar ederse; Irak merkezi hükümeti ve Iraklı Şiilerle karşı karşıya gelecektir. Bu durum, içine İran’ın da dahil olacağı yeni ve daha büyük bir mezhep savaşına yol açabilir. Türkiye Musul’a asker gönderirken bu tehlikeyi hesaplamış ve göze almış mıdır? İşaretler bu soruya evet cevabı vermemizi olanaklı kılıyor. Riyad’da kurulan ‘Sünni ittifakı’ da bu noktada pek hayra yorulacak bir gelişme değildir.

Varlığını ve geleceğini artık terör ve savaş siyasetine dayandırmış olan Erdoğan-AKP rejiminin mezhep savaşı arayışı sadece yayılmacı emelleri açısından değil iç yapıda iktidarını sağlamlaştırma ve Kürt halkına karşı yürütülen savaşı perdeleme amacı da gütmektedir. Şii-Sünni çatışması, Türkiye toplumunda çoğunluğu oluşturan Sünni kesimlerin bu rejimin arkasında birleşmesine yol açacaktır. Kürt halkına karşı savaş ve Rusya uçağının düşürülmesi ile artan şovenist eğilimler eşliğinde gündemleştirilen ‘başkanlık’ daha doğrusu padişahlık projesinin hayata geçirilmesi açısından; mezhep savaşı altın bir fırsattır. Türkiye Müslümanlarının bu oltaya takılmaya dünden hazır olduklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz.

Rant ve savaş girdabında yayılmacılık

Erdoğan-AKP dış politikada üst üste gelen hezimetler nedeniyle eskisi kadar hırslı olmamakla birlikte, hala Neo-Osmanlıcılık hayalleri kurmaya devam etse de, aslında Türkiye bağımsız bir çizgi izleyebilecek durumda değildir. Hatta bugün Suriye savaşının başladığı günden çok daha fazla ABD, Suudi Arabistan ve Katar’a bağımlıdır. Özellikle Suudi Arabistan ve Katar’ın Suriye savaşının finansmanı için ciddi bir mali kaynak sağladıkları biliniyor. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ortaklığıyla oluşturulan ve bünyesinde El-Nusra ve Ahra u Şam gibi cihadist grupların da yer aldığı “Fetih Ordusu” projesinde olduğu gibi; Türkiye savaş projelerinin sahadaki uygulayıcısı sorumluluğunu yüklenerek; bir anlamda bir savaş pazarı ve endüstrisi kurmuştur. Körfez ülkelerinin bu savaşta oynadığı rol nedeniyle Türkiye’ye ciddi oranda mali yardımlarda bulunduğu da söyleniyor. Türkiye’nin mali kayıtlarında her yıl ‘‘kaynağı belirsiz sermaye girişi’’ olarak gösterilen milyarlarca doların kaynağının Körfez ülkelerinden gelen para olma olasılığı yüksektir. Suriye’deki fabrikalardan sökülüp Türkiye’ye taşınan makinalar; kaçak satılan IŞİD petrolü ve Suriyeli mültecilerin köle statüsünde çalıştırılması ile elde edilen karlar yukarıda sıralanan kaynaklara eklendiğinde, Suriye savaşının Türkiye için büyük bir rant kaynağı olduğu görülür. Bu anlamda Türkiye’nin müttefiklerinin en azından bir bölümünü dikkate almadan bölgede adımlar atması oldukça zordur.

Suudi Arabistan, özel olarak Türkiye’nin Musul’a asker göndermesi konusunda bir açıklama yapmadı. Ancak bu olayın hemen ardından Riyad’da ‘Suudi Arabistan liderliğinde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 34 ülkeyi kapsayan ‘Teröre Karşı İslam İttifakı’ adıyla yeni bir koalisyon kurulduğu’ ilan edildi. Bu ittifaka ‘Sünni ittifakı’ da deniliyor.

Suudi Kralı’nın oğlu ve 2 numaralı veliaht olan Suudi Savunma Bakanı Prens Muhammed bin Selman’ın Riyad’da konuyla ilgili yaptığı bir basın toplantısında söylediklerinin bazı bölümleri Türkiye’ye göndermeler yapar niteliktedir. Şöyle diyor Suudi Savunma bakanı: ‘’İslam dünyasının pek çok kısmında terörle mücadele çabalarını desteklemek ve koordine etmek için Riyad’da bir operasyon merkezi olacak. Suriye ve Irak’taki operasyonlarla uluslararası bir koordinasyon olacak. Operasyonları, bu iki ülkedeki meşru yönetim ve uluslararası toplumla koordine olmadan yapamayız.” [10]

Öyle anlaşılıyor ki, Suudi Arabistan da tıpkı ABD gibi, İran ve Şii politikası konusunda ortak bir duruşa sahip olsa da, Türkiye’nin aşırı kazanımlar elde etmesine yol açacak tek yanlı ve zamansız hamlelere karşıdır ve dolayısı ile Musul hamlesinden pek memnun değildir. Selefi ve İhvan akımlarının çatışmasının yanı sıra, bu iki ülke arasında ‘Sünni dünyanın’’ liderliği konusunda bir rekabet yaşanmaktadır. İki ülke Mısır konusunda da oldukça farklı duruşlar içindedirler. Üstelik Musul Arap toprağı olarak görülmektedir. Bu durumda Suudi yönetiminin ABD gibi Türkiye’nin tek taraflı adımlarını kabullenmesi zordur.

Öte yandan, Suudi Arabistan’nın Musul hamlesinin içinde olabileceğini gösteren bazı gelişmeler de vardır. Dışardan bakıldığında Türkiye’nin Musul adımı ‘’Sünni ittifakı’nın kuruluşuyla bağlantılıymış gibi görülebilir. Çünkü ittifakın amaçları ile örtüşen bu adımı, kuruluş aşamasındaki ittifakı yadsıyarak atmak pek mantıklı değildir. Ya da Türkiye, ittifakla ilişkili gibi yorumlanması için, kendi özel planını ittifakın ilanının hemen öncesinde hayata geçirmiş olabilir. Böylece Türkiye fiili bir adımla ittifakın lideri konumuna oturmak istemiş olabilir. Çünkü, Türkiye’nin ‘Suudi Arabistan liderliğinde’ bir ittifaka katılmış olmaktan rahatsız olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Belki de Musul hamlesinin bir hedefi de, bu rahatsızlık halini telafi etmekti.

Musul hamlesinin hemen öncesinde Mesut Barzani Suudi Arabistan’ı ziyaret etmişti. Barzani Riyad’da çok sıcak karşılandı ve Suudi yönetiminin Barzani yönetimine büyük bir ekonomik yardımda bulunduğu belirtiliyor.[11] Aynı Barzani Türkiye’nin Musul’a asker göndermesine yardımcı oldu ve bu hamleyi desteklediğini açıkladı. Barzani’nin sıcak ilişki kurduğu Suudi yönetimini atlayarak böyle bir adım atması pek olası görünmüyor. Bu durum Suudi yönetiminin Musul hamlesi ile ilişkili olabileceğini gösteren başka bir olgudur.

Türkiye’nin son Musul hamlesinin Irak ordusunun Ramadi’ye yaptığı operasyonun hemen öncesine denk gelmesi de dikkat çekilmesi gereken bir durumdur. Ramadi, Irak’ın Ürdün ve Suudi Arabistan sınırlarını kapsayan Ambar eyaletinin başkentidir. Ambar eyaleti IŞİD’in elinden alındığında hem IŞİD’in hem de Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile fiziki bağlantısı kesilmektedir. Ramadi’nin kontrolü bu nedenle önemlidir. Türkiye’nin hemen bu operasyon öncesinde Kuzeyde askeri yığınak yapması hiç kuşkusuz Irak ordusu üzerinde bir baskı oluşturmuştur. Bu durum, Türkiye’nin IŞİD’i desteklediğini gösteren somut ve önemli bir veridir.

Musul-Ambar koridoru, İran-Lübnan hattı üzerinde kurulan Şii hattının fiziksel olarak koparılması açısından büyük bir öneme sahiptir. Üstelik, Rusya’nın direk olarak Suriye savaşına dahil olması ile İran-Lübnan hattı, Şii-Sünni çatışma hattı olmanın ötesine geçerek, oluşmaya başlayan çok kutuplu dünyada, kutuplar arası çatışmanın fay hatlarından birisine dönüşmüştür. Dolayısıyla bu hattın kopartılması, İran’la varılan nükleer antlaşma sonrasında ABD için eskisi kadar önemli olmasa da, özellikle İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar açısından hala stratejik bir nitelik taşımaktadır. Türkiye açısından Körfez ülkeleri ile ticaret açısından gerekli fiziksel bağlantı nedeniyle ayrıca bir öneme sahiptir. Bu koridor Körfez ülkelerinin doğalgazının Avrupa’ya taşınması açısından da oldukça önemlidir. Suriye savaşının en önemli hedefi, Şii hattını fiziksel olarak kopartmak ve Körfez ülkeleriyle Avrupa arasında güvenli bir enerji koridoru oluşturmaktı. Ancak Suriye düşürülemedi. Simdi bu hedefe Musul-Ambar arasında bir Sünni koridoru oluşturularak varılmak istenebilir. Dolayısı ile, hedefine ulaşma kapasitesinden bağımsız olarak; Türkiye’nin Musul hamlesi stratejik bir hamledir. Kendileriyle ortak planlanmış ve atılmış olsaydı, ABD ve İsrail başta olmak üzere; Körfez ülkelerinin, bu hamleyi desteklememeleri için hiçbir neden yoktur. Hatta, ABD ve Suudi Arabistan’ı bir yana bırakırsak, aksi yönde açık bir işaret görülmediği sürece, Türkiye’nin bu hamleyi İsrail ve Katarla ortaklaşa planladığını söyleyebiliriz. Türküye-İsrail ilişkilerinin son süreçte iyileşmesinin kuşkusuz önemli nedenleri vardır.

KDP yurtsever bir duruş göstermiyor

Irak’taki Sünni bölgesi ile Türkiye arasında köprü pozisyonuna sahip olmasından dolayı Güney Kürdistan’ın jeo-politik önemi artmıştır. Barzani yönetiminin bugünlerde hem Türkiye hem de Suudi Arabistan tarafından el üstünde tutulmasının en önemli sebebinin bu durum olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’nin Musul’a asker göndermesini destekleyen ve bu konuda işbirliği yapan güçlerin başında Barzani yönetimi gelmektedir. Tuhaf olan şudur: Barzani yönetimi, PKK’nin Şengal’den çekilmesini isterken, Türk askerinin bölgede üstlenmesine yardım etmektedir. Halbuki, Türk askerlerinin konuşlandığı Beşika ağırlıklı olarak bir Ezidi yerleşim yeridir. Bu anlamda Şengal’den bir farkı yoktur. Peki Barzani Şengal’i Kürt güçlerine yasaklamaya çalışırken, neden Türk güçlerine açıyor? Bu duruş yurtsever bir duruş olarak nitelendirilebilir mi? Anlaşılan Barzani için bağımsızlık, sadece merkezi hükümetten bağımsız olarak petrol satmakla sınırlıdır.

Musul’a asker gönderme operasyonun öncelikli hedeflerinden birisi hiç kuşkusuz PKK’dir. PKK’nin Şengal ve Güney Kürdistan’da IŞİD’e karşı verdiği mücadele, bölgede bu partinin nüfuzunu ve prestijini oldukça güçlendirmiştir. Rojava’daki gelişmelerle birlikte ele alındığında bu durumun Türkiye’yi oldukça rahatsız ettiği açıktır. Türkiye’nin Musul’a asker göndermesini onaylayan ve topraklarından geçmesine izin veren KDP, son aylarda HPG gerillalarının Şengal’den çekilmesi yönünde sürekli çağrılar yapmakta hatta tehditler savurmaktadır. Kuşkusuz KDP’nin kendisine özgü bazı rahatsızlıkları vardır, ancak PKK karşıtı tutumunda Türkiye ile geliştirdiği bölgesel işbirliğinin büyük bir rolü de olduğu da açıktır.

Mesut Barzani son Türkiye ziyaretinde Türk devletinin sivil halka karşı ilan ettiği savaşa hiç değinmemiştir. Aksine o, bu yıkımın sorumlusu olarak yine Kürtleri göstermiştir. Barzani, ‘hendek savaşının sivillere zarar verdiğini’ ileri sürerek KDP’nin sivillere zarar vermemek için ne kadar hassas davrandığını ve bu prensibe bağlı olarak şehir savaşlarından kaçındıklarını; tarihsel bir örnekle anlatmaya çalışmıştır. Rewanduz örneğine ilişkin değerlendirme yapacak durumda değiliz, ancak KDP’nin bu konuda nasıl bir politika izlediği konusunda çok önemli bir örnek verebiliriz: 1996 yılında KDP güçleri Saddam’ın tankları eşliğinde o zaman YNK’nin elinde olan Erbil’e saldırdılar. Açıktır ki; YNK geri çekilmeyip direnseydi, Erbil halkı bu savaştan büyük bir zarar görecekti. Barzani KDP tarihi ile ilgili konuşurken, bu tarihsel olayların Kuzeyde bilinmediğini mi sanıyor acaba?

Sonuç olarak:

Türkiye’nin Neo-Osmanlcılık hayalleri en azından orta vade için çöpe atılmıştır. Ancak Türkiye bu bölgesel savaş sürecinde, hem bölgenin yağmalanmasından en büyük payı almıştır hem de kedisine yeni bir misyon bulmuştur. Türkiye’nin yeni misyonu “Sünni alemin jandarmalığı’’ misyonudur. Aslında bu misyonun Sünni kitlelerin güvenliğiyle hiç bir alakası yoktur. Çünkü Sünni kitlelerin güvenliği mezhep savaşının kışkırtılmasıyla asla sağlanamaz. AKP iktidarının bu konudaki ikiyüzlülüğü ve gerçek niyeti, bugün Kuzey Kürdistan’da büyük bir kısmı Sünni inancına sahip olan Kürt halkına karşı ilan ettiği acımasız savaşla teşhir olmuştur. Güneydeki Sünni Kürtlerin güvenliğini düşündüğünü iddia eden AKP iktidarı, Kuzeyli Kürtlerin hayatını cehenneme çevirmiştir.

AKP iktidarının derdi bir yandan yayılmacı emellerini gerçekleştirmek; diğer yandan Körfezin Arap rejimlerinin paralı askerliğini yaparak savaş rantı sağlamaktır. Bu misyonun bir önceki sahibi Saddam’dı. Batılı ve Körfezin Arap devletleri adına İran’a savaş açmıştı. Savaş karşılığında vaad edilen ücreti alamayınca Kuveyt’e saldırmıştı. Sonrasını biliyoruz. Şimdi Saddam’ın rolünü Erdoğan üstlenmiştir.

Türkiye’nin Katar’da askeri üs kurduğu belirtiliyor. Türkiye’nin bölgesel çapta operasyonlar yapacak mali ve askeri kapasitesi yoktur. Bu, tamı tamına paralı askerlik ve muhafızlıktır. Tıpkı 3 milyar dolar karşılığında Avrupa’yı mültecilerden koruma hizmeti gibi. ‘Oyun kuruculuk’ iddiası ile ortaya çıkan AKP iktidarının Türkiye’yi getirdiği hal petrol kaçakçısı ve paralı askerlik halidir.

Suriye savaşının giderek sona yaklaşmasıyla, bölgesel ittifaklar ve bu ittifaklar üzerine oturan küresel bloklar arasındaki savaşın ağırlık merkezinin Irak’a kayacağı anlaşılıyor. Belki de Irak, bu kamplar arasındaki bölgesel savaşın nihai olarak sonuçlandığı bir mücadeleye tanıklık edecektir.

 

Dipnotlar

---------------------------

[1] “Türkiye’nin tam olarak kaç asker sevk ettiği ve beraberlerinde ne gibi teçhizatlar getirdikleri konusunda çeşitli iddialar uçuşuyor. Örneğin The New Yorker dergisinin deneyimli yazarı Dexter Filkins’e göre son günlerde Başika’da bilinen Türk tugayına ek olarak Türk istihbarat elemanları ve Türk savaş uçakları da bölgede konuşlanmış bulunuyor. Kaynaklarımız, Türklerin tankların yanı sıra roketatar gibi çeşitli ağır silahlar getirdiklerini iddia ediyor.” (Amberin Zaman, Diken, 13/12/2015, http://www.diken.com.tr/turkiye-musulda-geri-adim-atti-mi/ )

 

[2] http://www.milliyet.com.tr/davutoglu-irak-taki-varligimiz/siyaset/detay/2161220/default.htm

 

[3] http://haber.star.com.tr/guncel/cumhurbaskani-erdogandan-onemli-aciklamalar/haber-1075517

 

[4] ‘’RUSYA karşısında Ankara’nın yanında yer alan ABD’nin, “Türkiye sınırını daha iyi korusun” çıkışı, Ankara’dan tepki çekiyor. Wall Street Journal Gazetesi’ne bilgi veren ABD’li kaynağın dikkat çektiği “Asker önlem alsın” önerisi, Ankara tarafından iki nedenle geri çevrilmiş. Birincisi, uygulanabilir olmayışı, ikincisi karşı tarafın asker yığınağını gerekçe gösterip düşmanca bir tavır içine girme riski. Bir yetkili, ABD’nin ‘asker yığın’ önerisine, ‘98 km’yi sizin dediğiniz yöntemle tutabilmemiz için 30 bin asker yığmamız ve 3 metreye bir asker dizmemiz lazım” karşılığını verdiklerini söyledi.’’ (Deniz Zeyrek, Hürriyet, 03 Aralık 2015, http://www.hurriyet.com.tr/3-metreye-bir-asker-mi-dikelim-40022084)

 

[5] Anlaşıldığı kadarıyla Güneyli Kürtler AKP iktidarının IŞİD karşısındaki tavrı konusunda yaşadıkları hayal kırıklığını çok çabuk aşmışlar. Üçüncü taraflardan AKP iktidarına karşı bir suçlama yapıldığında Barzani yönetiminin yetkilileri neredeyse AKP’lilerden bile öce ileri fırlayıp hemen iddiaları yalanlıyorlar. Rusya’nın IŞİD petrolü ile ilgili iddialarında olduğu gibi; Musul’a asker gönderme konusunda da Güneyli bazı Kürtler kraldan çok kralcı davranıyorlar. Öyle ki; Güneyli bir yetkili sürecin başında iddiaları yalanlayarak, Türkiye’nin Musul’a asker göndermediğini ileri sürdü: ‘’Rudaw’da akşam saatlerinde yayınlanan haberde, söz konusu haberleri değerlendiren Başîka cephesi Peşmerge güçleri komutanı Behram Erîf Yasin iddiaları yalanladı ve "Türk askeri gücünün Başik ve Musul çevresine intikal etmediğini" dile getirdi.’’ Nerinaazad.com, 04.12.2015, (http://www.nerinaazad.com/news/regions/turkey/pesmerge-turk-askeri-musulda-haberini-yalanladi)

Türkiye ‘’eğitim amaçlı’’ asker gönderdiğini kabul edince, Güneyli yetkililer bu kez de ‘’eğitim’’ gerekçesine sarıldılar: “PDK-Bakur Genel Başkanı Sertaç Bucak görüşme hakkında şunları belirtti: “Sayın Barzani, Musul Başka’daki Türk askerlerinin varlığı hakkında Irak Başbakanı İbadi ile görüştüğünü ve eğitim amacıyla orda olduklarını kendisine aktardığını söyledi.’’ (Basnews.com. 12. 12. 2105, http://basnews.com/index.php/tr/news/247795)

 

[6] Ne tesadüftür ki, Türkiye’nin Musul’a asker göndermesinin gerekçeleri sorgulanırken, IŞİD’nin Başika kampına saldırdığı haberleri geldi. Davutoğlu’nun bu haberlerin üzerine atlaması uzun sürmedi. Bu yalancıların söylediklerinin hiçbir değeri yoktur. Biz bu saldırı hikayesini, Türk devleti ile IŞİD’in koordineli çalışmasının somut bir kanıtı olarak görüyoruz.

 

[7] Aktaran Fehim Tastekin, Al Monitör, 14. 12. 2015

http://www.al-monitor.com/pulse/tr/contents/articles/originals/2015/12/turkey-iraq-ankaras-joint-front-with-sunni-arabs-kurds.html#

 

[8] Milliyet, 17.06.2014, http://www.milliyet.com.tr/hasimi-ulkedeki-durumun-kapsamli-gundem-1898363/

 

[9] Milliyet, 17.06.2014, http://www.milliyet.com.tr/hasimi-ulkedeki-durumun-kapsamli-gundem-1898363/

 

[10] Hürriyet, 16. 12. 2015, http://www.hurriyet.com.tr/terore-karsi-islam-ittifaki-40027554

[11] ‘’ Suudi Arabistan Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Prens Muhammed bin Selman, Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani ile görüşmesinde Peşmerge Güçleri’ne yardım sözü verdi.’’(02. 12. 2105, Basnews.com, http://www.basnews.com/index.php/tr/news/middle-east/246404)

‘’IKBY Başkanı Mesud Barzani'nin Suudi Arabistan ziyareti sırasında ülke hükümetinden 8 milyar dolarlık mali yardım aldığı öne sürüldü.’’ (bugun.com.tr, 10. 12. 2015, http://www.bugun.com.tr/dunya/barzaniye-8-milyar-dolar-yardim-1956956.html)