Cumartesi, Nisan 20, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 

Newroz pîroz be!

Newroz piroz bo!

Newroz kutlu olsun!

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Maraş’ta vahşet, direniş ve işkence

 

Maraş’ta vahşet, direniş ve işkence

 

41 yıl önce Maraş'ta gerçekleştirilen ve yüzlerce kişinin öldürüldüğü katliamın canlı tanığı, Yörükselim'de gösterilen ve onbinlerce kişinin kurtulmasını sağlayan direnişin önderi Hamit Kapan o günleri ve sonrasını Orhan Gazi Ertekin'e anlattı...

 

Orhan Gazi Ertekin / Duvar

20 Aralık 2019

 

DUVAR – 2019 Mayıs ayının son günleri, Londra’da bir kafede 50’li yaşlarına gelen bir adam konuşuyor, “Onun sayesinde yaşıyoruz. Bu yaşa gelmemizde onun büyük payı var…” . Aynı yılın Kasım ayının başlarında İzmir’de bir düğün salonunda üniversiteli kızı ve eşiyle oturduğu masada 60’lı yaşlara dayanmış bir adam konuşuyor: “Şu an ben buradaysam, yaşıyorsam, Eşim ve kızım varsa bu onun sayesindedir…” Muhtemelen birbirini hiç tanımayan bu iki konuşanın “o” dediği kişinin adı Hamit Kapan’dır. “O” herhalde gerçek ile efsanenin buluştuğu yer olsa gerektir…

Şunu baştan diyeyim: Kişiyi efsaneye dönüştüren şeyin sözün gerçeğini aşması, gerçeğin abartılması olmadığı kanaatindeyim ben. Efsanenin yaşamsal bir meselenin içinden doğduğunu, ölüm karşısında sınanan her toplumun hayata tutunması ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Ölümün kıyısındaysanız efsane sizi hayatta tutan kişi veya şeydir. Eğer insanların ölüm ile yaşam arasındaki mesafesinde can alıcı bir yerde durursanız sizin gerçeğiniz bir efsaneye dönüşür. Hamit Kapan’ı bir efsaneye dönüştüren şey işte bu gerçeğidir. İnsanların; bir halkın ölümün elinden çekilip alınması… “Başarılmış” bir vahşet karşısında da olsa kazanılmış bir “zafer”in gücünü elinde tutmak… İşte efsanelerin doğduğu yer burasıdır… Tıpkı Mehmet Mengücek, Derviş Koç, Tahsin Kozanoğlu, Saim Sağnak gibi Maraş katliamının toptan bir yok oluşa dönüşmesini engelleyen kahramanlar başta olmak üzere Ali Arabul, Haydar Özen, Hıdır Şengezer, Mehmet Mahçiçek, Muhammet Arifoğlu, İlyas Hurma, Uğur Güven, İbrahim Candemir gibi kahramanca direnenler buradan; onbinlerce insanın ölümün kıyısına sürüklendiği yerden doğdu: Ölüm ile yaşam arasında o korkunç ve her an tedirgin edici mesafede… Hamit Kapan ise herkesin kabul ettiği gibi bu kahramanlığın en önündeki efsanedir…

Hamit Kapan

 

HAMİT KAPAN KİMDİR?

Hamit Kapan 1956 yılında 1937-38 Dersim göçmeni Kürt-Alevi bir ailenin oğlu olarak Maraş’ta doğdu. 1971 devrimci gençlik çıkışından etkilendi. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren ekonomik ve kültürel gücü yükselen ve toplumsal merkezi ele geçirmeye aday sol, Alevi toplulukların ideolojik ve politik konumlarını devrimci özgüveni ile tamamlayan gençlik liderlerinin başında geliyordu. Süreç içinde örgütlü çalışmalara başlayan Kapan, 1978 Maraş katliamı sırasında günlerce saldırı altında kalan Yörükselim mahallesini savunanların en önündeki kahramanlardan birisi. Bu sayede onbinlerce insanın ölümün elinden çekilip alınmasında birincil rolü 41 yıl sonra da anılmaya devam ediliyor. Bundan dolayı 12 Eylül sonrası işkencecilerin özel çalışma hedefi seçtikleri bir devrimci. Öyle ki 6 ay boyunca hiç uyutulmaksızın her biri 8’er saatten üç ayrı işkence ekibi tarafından sorgulandı. Filistin askısı, falaka, kum torbası, elektrik işkencesinden 9 gün boyunca foseptik çukurunda tutmaya kadar uzanan ve hatta ilk kez uygulanan Çin işkencesinin dahi denendiği işkenceler sürecinden geçirildi. İşkencecilerin amacı bir 12 Eylül fantezisi olan, “Maraş katliamını devrimcilerin planladığı” iddiasını kabul ettirmekti. Fakat bunu başaramadılar. Kendisine yapılan işkenceler 6 yıl sonra bütün ayrıntıları ile işkenceci polis Sedat Caner tarafından anlatıldı ve Nokta dergisinde yayınlandı… 3 yılı hücre olmak üzere 9 yıl cezaevinde yatıp çıktı…
Halen İstanbul’da yaşıyor ve demokratik görevlerini üstlenmeye devam ediyor…
Şimdi de ona bağlanacak ve soracağız…

Orhan Gazi Ertekin: Maraş katliamının geriye doğru bir siyasal, toplumsal ve kültürel tarihi var. Bu durum üzerinde fazla durulmuyor. Özellikle, Maraş sağ muhafazakarlığın 1960’lara kadar hakim olduğu bir yer. Buna karşılık 1960’larla beraber bu durum değişmeye başlıyor ki katliama bir siyasal geçmiş kadar toplumsal hınç ve kültürel bir tepki karakteri veren noktalardan birisi de bu. Sen ne söyleyeceksin ağabey katliamın geniş bir düzlemdeki “sebep” boyutuna?

Hamit Kapan: 1970’lerle beraber Maraş özelinde sol ve Alevilerin toplumsal ve kültürel gücünün yükselişi açısından önemli ve giderek hegemonik bir gelişme yaşandı. Maraş Eğitim Enstitüsü örneğin sağın elindeyken inisiyatif yavaş yavaş sola doğru geçmeye başlamıştı. Öğretmenlerin devrimci eğilimleri yükselirken okullardaki etkimiz de her geçen gün artıyordu. Genel yaşam alanlarında sol adına önemli adımlardı bunlar. Sosyal anlamda da sol ve Aleviler adına yenilikçi gelişmeler yaşanıyordu. Örneğin Aleviler gündelik yaşamda görünür olmuşlardı. Ailecek restorana gidip yemek yiyebiliyorlardı. Yeni işyerleri Aleviler ve sol tarafından açılıyordu. Maraş’ın ekonomik, toplumsal ve kültürel merkezi giderek değişiyordu. Bu durum Maraş’ın geleneksel muhafazakâr-sağ merkezli toplumsal yaşamı açısından yeni gelişmelere işaret ediyordu. Alevilerin geçmişte yoğun olduğu Afşin, Elbistan gibi ilçeler Malatya ile iletişim kuruyorlardı. Bir diğer ilçesi olan Pazarcık ise Antep ile bağlantı halinde yaşamını sürdürüyordu. Diğer ilçeler ise Sünni ve sağ bir kültür içinde, kendi içine kapalı bir hayat sürdürüyorlardı. Dışarıdan ve farklı hayat tarzlarının olmadığı, daha doğrusu pek hissedilmediği 1940-50’li yıllardan sonra Alevilik ve solun Maraş merkezde tüm alanlarda yükselişe geçmesi içeride bir kültürel gerilim potansiyeli de doğurmuş oldu. Muhafazakâr tedirginlik ve rahatsızlık dışarıdan artık fark edilebilir durumdaydı. Dışardan gelen Alevilerin güçlenişi rahatsızlığı artırdı.

Aynı dönemler öğrenci gençlik başta olmak üzere devrimci hareketlerin de yükseliş dönemi idi. Bu durum rahatsızlığın ifade yollarını belirlemiş olsa gerektir?

Bunun siyasal karşılığı da vardı tabii ki. Devrimci mücadele bu toplumsal ve kültürel yükselişin bile önüne geçmişti ki bu da rahatsızlığı yükseltiyordu. Bu durum MHP’nin solun yükselişine karşı hazırlanması, öne sürülmesi, sol ile MHP’yi karşı karşıya getirip, derin devletin kendi gücünü ve hakemliğini besleyeceği bir çatışma ortamı da doğurmuş oluyordu.

Maraş Katliamı’na gelen süreç açısından Maraş’ın da içinde olduğu bölgede kıpırdanmalar zaten vardı. Ama 1970’lerin ortasından itibaren artık “plan” ve “komplo”lardan bahsedilebilir hale geldi sanırım?

Ülkenin belirli şehirlerinde ve Maraş’ta gelişmeler yaşanıyordu. Maraş katliamını katliamlar zincirinin bir parçası olarak görmek lazım. Tam o döneme denk gelen günlerde Elazığ’da “Aleviler suya zehir katmış” yaygarası yayılıyor ve valinin uyanıklığı ile engelleniyordu örneğin. Olayın patlamasına ramak kala vali öne çıkarak topluluğun önünde ‘zehir yok işte ben içiyorum’ diyerek sakinleştiriyor ve oradaki hazırlıklar başarısız oluyor. Arkasından Ankara Emek Postanesi’nden üç kişiye posta gönderiliyor. Birincisi Malatya bağımsız milletvekili ve Malatya belediye başkanı Hamido’dur. Birisi Pazarcık CHP İlçe Başkanı Memiş Özdal’dır. Diğeri de Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcısı Abdülkadir Aksu’dur. Bu paketlerden Hamido’ya gönderilen bomba kendisinin torununun ve bir yakının ölümüyle sonuçlanıyor. Cenaze ve devamında meydana gelen çatışmalarda 11 kişi hayatını kaybetti. Memiş Özdal ise şüphelenerek paketi almıyor, personeli açınca bir kişi de orada öldü. Aksu’ya gönderilen paketin neticesi ise halen bilinmiyor. Şimdi bunlara bakıldığında bu şehirler göz önüne alındığında Malatya, Elazığ, Çorum, Maraş zinciri göz önüne alındığında bir hilal şeklinde Alevi ve Sünnilerin karşı karşıya getirilebileceği bir bölgeye bıçak vurulmuş olacaktı. Alevi, Kürt ve sol devrimci yükselişin önlenmesi bakımından da oldukça işlevsel bir plan olduğunu kabul etmek lazım tabii ki. Alevilerin Kürt hareketine geçmelerini engellemek gibi amaçlardan da bahsedebiliriz. Maraş bu planın içinde onların zihninden bakıldığında “başarılı” olunan yer haline gelmiştir diyebiliriz. Öyle ki Maraş, bu planın bütün boyutlarıyla karşılık bulduğu bir bölge olmuştur. Hem katliamcı güruhun hınç ve nefretinin önüne gelen her şeyi yakıp yıkmaya yönelen eylemlerinin önü açılmış hem de devlet güçleri, kurumlar geriye çekilerek, halk güvenlikten mahrum bırakılarak aralıksız ve günlerce süren bir çıplak şiddetin, vahşetin alanına dönüştürülmüştür.

Bir de paramiliter örgütlerin hazırlıkları var Maraş’ta? ETKO hareketliliği gibi örneğin?

Bu da katliamın örgütsel hazırlığının bir başka parçasının tamamlanması olarak görülmeli. Nitekim ilk kez Maraş’ta harekete geçirilen paramiliter örgütlü gruplar da bu vahşeti geniş bir toplumsal ve siyasal hazırlık haline getirmiştir. 1978’in ortalarında ETKO isimli bir örgüt kurulmuştu. Ankara’dan Ali Çevik isimli “efsane yüzbaşı” olarak anılan şahıs tarafından Maraş ETKO grubuna bomba ve silah gönderildiği anlaşılmıştı. Bir operasyonla bu silahlar yakalandı. Yani 1978’in başlarından itibaren savaş hazırlıkları başlatılmıştı demek mümkün. Kaldı ki Adana MİT elemanlarının da aynı dönemdeki raporlarında bölgelerinde büyük boyutlu çatışma hazırlıkları yapıldığını tespit ettiklerini, raporların Ecevit tarafından hiçbir işlem yapmadan kendi kişisel kasasına konulmak suretiyle geçiştirildiğini de artık biliyoruz. Bütün bunlar en son Maraş’ta patlamak üzere katliamlar zincirinin nasıl planlı bir hazırlığın eseri olduğunu gösteriyor. Buna tabii ki her gün bir faili meçhul cinayetin işlenmesini, devletin artık yönetemez hale geldiği, toplumun da kendi amaçlarının peşine düşerek yönetilemez olduğu bir sürecin tüm sorunları ve çözümleri ile dinamik bir siyasi döneme girmesini eklemeliyiz.

Şimdi, o halde, Maraş Katliamı’nın yakın planına geçebiliriz. 19 Aralık 1978’de bir gelişmenin yaşandığını biliyoruz. Katliama doğru giden Maraş’taki güncel gelişmelerden de bahsedebiliriz örneğin?

Katliamdan önceki özellikle 1978 Nisan ayında Maraş’ta Alevilerin gittiği bir kahvehanenin taranmasını ve bombalanmasını, ‘Gıjık Dede’ olarak bilinen Sabri Özkan’ın öldürülmesini de hatırlamalıyız. Bu kahve nispeten kolay bir hedef idi. Gençliğin gittiği kahve, biraz daha üzerinde bir başka kahve olmasına rağmen oraya saldırmak saldırganlar açısından oldukça riskli olduğu için tahminimce bu kahve hedef alınmış. Malatya’da katledilen Hasan Basri Temizalp’ten sonra Sabri Özkan bizim siyasi bir gösteriye dönüşen ikinci bir cenaze merasimi idi. O dönem için oldukça kalabalık 8-10 bin kişilik bir kortejle cenaze kaldırıldı. Kortejdeki yürüyüş, disiplin ve heyecanın faşistler tarafından not edildiğini de tahmin ediyorum.

Sağ ise bunlara karşılık “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli bir film ile kendi topluluğunu hazırlamaya çalışıyor. Bu filmin özellikle seçildiğini düşünebilir miyiz?

Aralık ayının ortalarında Maraş’ta Çiçek Sineması’na bir film getirilmiş, Türkmen bir ailenin Sovyetler Birliği’nde başından geçen zulüm anlatılıyordu. Bu filmin Maraş’ta ve böyle bir gerginlik ortamında sağ muhafazakarlığın sol nefretini eylemli hale getirmek bakımından ne kadar işlevsel olduğunu fark etmemek mümkün değil. Bu film dört gün boyunca her gün saat 11.00’den akşama kadar binlerce insana; şehirden ve köylerden özel olarak getirtilerek izletiliyordu.

İç savaş psikolojisini derinleştiren bir etki yaratılmak isteniyordu yani? Hınç bileniyordu? Ve hıncın eyleme dönüşme imkanları hazırlanıyordu?

Tabii ki Maraş’ta katliama yönlendirilecek geniş bir kitlenin manevi hazırlıkları yapılmış oluyordu. Nitekim, hemen sinemanın önünde ülkücüler tarafından etkinlikler yapılıyor, bildiriler dağıtılıyor, film gibi sinema önü de hazır bir propaganda ve sevk alanı olarak kullanılıyordu. 19 Aralık’ta ise bu sinemada sadece ses düzeneği olan bir patlayıcı patlatılmıştı. O sırada sinemada olan faşistler, hemen CHP ve postane binaları ile Alevi ve solcuların işyerlerine saldırmaya başladılar. Zaten uzun süredir hazırlık ve örgütlenmesi yapılan bir şiddet potansiyelinin birdenbire açığa çıkmak için belli ki bulduğu bir fırsat idi bu. Ki bunu, aradan yıllar geçtikten ve bilgilerimiz arttıkça netleşen ve olgunlaşan bir yaklaşıma sahip olduğumuz anda, yani ancak şimdi söyleyebiliyorum. Çünkü o zaman böyle bir öngörümüz ve hazırlığımız yoktu örneğin. Hem çok gençtik hem de çok tecrübesizdik. İlk kez o gün hepimizde kaygılar başladı. Ki artık sadece somut olarak geleni görüyorduk. Buna karşı hazırlık yapacak bir zamanımız da yoktu. Gelecek olanı anlamaya imkan veren ve birbiriyle tutarlı olan her gün yeni bir olay yaşanıyordu neredeyse. Bir gün sonra bu kez kitlesel şiddeti takip eden bir örgütlü eylem yapıldı. Solcu ve Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesi tarandı. Ondan bir gün sonra 21 Aralık’ta ise bu kez meslek lisesinde görev yapan iki solcu öğretmen okuldan çıkıp Yörükselim mahallesine doğru yürürken pusuya düşürülüp öldürüldüler. Öğretmenler öldürüldüğünde biz koşarak olay yerine geldik. İlk anda Hacı Çolak’ın olay yerinde hayatını kaybettiğini, Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ise ağır yaralı ve bilincinin yerinde olduğunu gördüm. Her ikisini de hastaneye götürdük. Yüzbaşıoğlu tedavi altına alındı. Polis tarafından ifadesi bile alındı. Fakat geceyarısına doğru o da hayatını kaybetti. O gün perşembe günüydü ve bir gün sonrasının da cuma olması oldukça manidar görünüyordu. Fakat, biz o gün bunu aklımıza getirmedik. Asıl olarak öldürülen arkadaşlarımıza yakışır bir cenaze töreni hazırlığını düşünüyorduk. TÖB-DER’in cenaze hazırlıklarını yapmasını kararlaştırdık. TÖB-DER’den hocamız Cuma Sağnak, Valilik ile görüşmeleri yaparak, emniyet tedbirleri istemişti. Fakat valilik ‘Daha ne olsun hocam. İki öğretmeninizi vurdular. Bundan daha fazlası ne olur ki? Daha ne yapsınlar?’ diyerek karşılık vermiş.

Anladığım kadarıyla siz de esas olarak sadece cenaze üzerine odaklanıyordunuz? Daha geniş bir hazırlık beklentisi oluşmaya başlasa da bir halkı toptan yok etme kastı beklemiyordunuz?

Evet tamamen cenazeye odaklanmıştık. Örneğin Pazarcık’da böyle bir katliam planlanabileceğini öngörüyorduk. Fakat Maraş için beklemiyorduk. Bu nedenle biz cenaze hazırlıkları için tüm diğer gruplarla görüştük ve bir kortej oluşturulmasını sağladık. Sabah cenazeyi almak için gittik. Fakat benim tahminin sağcı hastane müdürü Dr. Çetin Diker’in marifetiyle cenazelerin verilmesi geciktirildi ve cuma namazına denk getirilmesi sağlandı. Öğleden sonra saat ikiye doğru ancak cenazeyi de alarak kortejle hareket ettik ve bizi iki ayrı yerde polis aradı. Alınan kararlar doğrultusunda önce okula götürüldü cenazeler, sonra camiye doğru yürüyüşe başladık, bu sırada önceden belirlenen sloganlar atılıyordu: “Hacılar, Mustafalar ölmez”, “Faşizme karşı omuz omuza” gibi. Gruptan herhangi bir taşkınlık da yapılmadı. Dini tören için Ulu Cami’ye yaklaştığımızda caminin etrafının mahşeri bir kalabalık tarafından sarıldığını gördük. Daha önce eşine rastlanmamış bir topluluk vardı. Cami bin kişilik idi. Ama beş, altı bin kişilik bir topluluk birikmişti. Ayrıca cuma cemaati de dağılmamıştı. Her şey önceden bir hazırlık yapıldığını gösteriyordu. Yaklaştığımız anda “komünistleri bu camiye sokmayız” diyerek taşkınlık yaptıklarını gördük. Bunun üzerine güvenlik kuvvetleri bizi durdurdu. Cami etrafındaki kalabalığın dağıtılmasını ve cenazemizin kaldırılmasını beklerken birdenbire kaleden ve etraftan taş, takunya, masa, sandalye ve hatta mermi yağmaya başladı. Bizim hiçbir hazırlığımız yoktu ve kortej komitesi bu kalabalığın aşılamayacağını ve zorla camiden cenazeyi kaldıramayacağımızı anlayıp ayrılma kararı aldı. Kadın ve çocukların askeri araçlara binmesini sağladık. Sayısız insan burada yaralandı. O haldeydik ki cenazeleri bırakıp can havliyle ancak Yörükselim mahallesine kadar kaçarak sığındık. Dışarıdan da bir sürü insan sadece cenaze için gelmişlerdi ve normal nüfusun iki katı bir cenaze topluluğu Yörükselim’e korku içinde sığınmışlardı. Herkes panik içindeydi.

Sanırım bir savaşın içine doğru sürüklendiğinizi o zaman fark etmeye başladınız?

Biz ilk kez yeni ve büyük bir tehdidi orada fark ettik ve bu gelişmeye karşı ne yapabileceğimizi düşünmeye başladık. Artık yaşamsal bir tehdidin, hatta Alevi-sol topluluğun varoluşuyla alakalı can alıcı bir sorunun tam ortasında olduğumuzu anlayabiliyorduk. Önce kendi örgüt arkadaşlarımla konuşup neler yapılabileceğini tespit etmeye çalıştık. Bu işin büyüyeceği, boyutlanacağı tespitiyle çevre ilçelerden, arkadaşlarımızdan yardım isteyelim kararı aldık. Elimizde üç beş tabanca, çok fazla olmayan dinamit lokumları var. Bir de otomatik silahımız var. O otomatik silahı da o gün bir araştırmayla bir kaçakçıdan (kaçakçı Osman) bulabildik. Hepi topu bu kadardı. Bu eksiğimiz nedeniyle Pazarcık bölgesine yardım ve malzeme getirilmesi için bir grup gönderdik. Saim hoca bunun için Pazarcık’a gitti, yardım için. Dönüşte jandarma tarafından yakalandığını sonradan haber aldık. Ayrıca diğer örgütlerle de konuşarak birlikte hareket etmemiz gerektiğini, ortak bir direniş yapmamızı kararlaştırdık. Hep beraber elimizde neler olduğunu, kendimizi nasıl koruyacağımızı konuştuk. İnsan ve silah gücümüz ile saldırılara karşı mevzilenme anlaşması yaptık.

Artık teyakkuz halindeydiniz. Savaş hazırlığınız yoktu ama direniş için elinizdekileri tespit ettiniz ve nihayet saldırı gelmeye başladı. Bence sanki tam can alıcı bir anda ve yaşamsal bir müdahalede bulunmuşsunuz?

O gece bu hazırlığı yapmasaydık olacakları düşünmek istemen. O gün biz sabaha kadar Yörükselim mahallesinde nöbet tuttuk. Mahalle dışında kalanları uyarmak üzere gittik. Serintepe mahallesi hemen yanımızdaydı, oraya geçebiliyorduk. Arkadaşımız Derviş Koç ile birlikte hem ablasını hem de diğerlerini almak üzere harekete geçtik. Hepsine davet yaptık. Çok ısrar etmemize rağmen Derviş’in ablası hariç kimse bizimle Yörükselim’e gelmedi. Biz de tekrar mahalleye döndük ve saldırıda nerelerde savunma yapabileceğimizi belirledik. Çoğu bina toprak damlardan ibaret idi. Beton evleri özellikle insanları yerleştirmek için kullandık. 15 bine yakın cenaze korteji vardı. 10 binden fazla da cenazeye doğrudan gelemeyen insanlar vardı. Biz örgüt olarak direnişi örgütleyen ana kadro olduk. Diğer gruplar da bizim önderliğimizi kabul etti o kriz ortamında.

Artık saldırı gerçek bir pogrom biçimi kazanacak gibiydi galiba? Hem örgütlü hazırlıklar hem de kitle hıncı hazır?

Sonraki sabah bu açığa çıktı. Cumartesi sabahı, hastane önünde giderek artan sayıda insan grubunun biriktiğini fark ettik. Yeşil bayraklar, Türk bayrakları ve MHP bayrakları vardı ellerinde. ‘Komünistlere ölüm’ sloganları atıyorlardı. Bu grubun bize doğru saldırıya geçeceklerini tahmin ediyorduk. Mahallemizin özellikle Mağaralı mahallesi yönünden de bir tehlike bekliyorduk. Bir grubun Yörükselim’e doğru saldırıya geçtiğini gördük. İki üç bin kişilik bir kalabalık mahalleye girmeye çalışıyordu. Arkadaşlarımızdan birisi; Tahsin Kozanoğlu buna silahlı karşılık verince geri çekildiler. Hastane kalabalığı da yerinde duruyordu. Bundan bir, bir buçuk saat sonra yeniden saldırdılar. Biz binaların çatısında on beş yirmi kişi saldırıya karşı bekliyorduk. 7-8 tane tabancamız vardı. Dinamit lokumları da vardı. Saldırırlarsa bunları kullanacaktık. Güruh bir kez daha mahalleye doğru yürümeye başladı. Ellerinde silahlar ve her tür saldırı aleti vardı. Bu esnada korkutmak için ateş ettik. Fakat zaten silahın etkili mesafesi olmadığı için, kalabalık ateş etmemize rağmen kendilerine bir şey olmadığı hissine kapıldı. Daha da şımararak saldırmaya başladılar. Artık öyle bir hale geldi ki bizim bulunduğumuz binanın altındaki girişe kadar geldiler. Hatta içerideki televizyonu alıp gitmeye kalktılar. Oldukça garip durumlar da oldu. TV’yi alıp götürmeye çalışan kişi ayağından vurulup düştüğünde -ki biz ayaklara ateş ediyorduk- bir diğeri arkadaşına yardım etmek yerine elindeki TV’yi alıp kaçmaya kalkışıyordu. Tam bir talan grubuydu. O kadar yakınımıza gelmişlerdi ki artık hedef gözetmeksizin aşağıya bakmadan ateş etmek zorunda kalıyorduk. Çünkü karşıdan çok fazla ateş ediliyordu ve biz bazen başımızı bile kaldıramıyorduk. Tam o sırada bir arkadaşımız; Tahsin Kozanoğlu otomatik silah ile gelerek kalabalığa müdahale etti ve başarılı oldu. Bu kez kaçmaya başlamışlardı. Fakat hastanenin önündeki kalabalık daha da büyüyordu ve taşkınlaşmaya başlamışlardı. Onlar dururken bir başka yönden saldırı başladı. Biz de onların saldırdığı yerdeki binada saldırı beklemeye başladık. Mümkün olduğu ölçüde giren çıkanı kontrol etmeye çalışıyorduk. Fakat küçük bir grup mahallede bir eve girip üç kişiyi bu esnada öldürmüşler. Biz ana saldırı grubunu gözlerken bunlar bir eve girmişler. Baba ve oğlunu öldürmüşler ve annenin de cinsel organına kazık çalmışlar.

Mahmut Han’dan mı söz ediyorsun ağabey?

Evet Mahmut Han ve oğlu o grup tarafından öldürülmüş. Kadına da öyle bir eza yapmışlar. Kadını da kurşunlamışlar, cinsel organına kazık çakmışlar. Öldü diye bırakmışlar. Kadın o halde bir sene kadar yatalak halde yaşadı. Bir sene sonra da intihar etti. Dayanılacak bir acı değildi…

Peki yine devam eden saldırılara dönelim. Siz sürekli saldırı ihtimallerini takip ediyorsunuz ve farklı yerlerden saldırılar da devam ediyor? Durup düşünecek bir fırsatınız, ağıt yakacak bir anınız dahi yok?

Evet tabii ki. Bu arada ana gruptan yeniden saldırılar başladı. Bu kez saldırgan grubun içinde pek de Maraşlıya benzemeyen ve en önde olan bir çok kişi olduğunu görüyorduk. Kasket ve şalvar giymişlerdi. Ama üstlerinde eğreti duruyordu ve belli ki Maraşlı değillerdi. Kendilerini kamufle ediyorlardı. Bu kişiler kitleyi yönetiyorlardı. “Hadi saldıralım. Şehitlerimizin intikamını alalım” şeklinde sözlerle güruhu şevklendirmeye gayret ediyorlardı. Grup da mahalleye doğru yönelmeye başladı. Biz bunun üzerine işi organizee eden kişileri hedef almaya çalışıyorduk. Buna karşılık grup yürümeye başlayınca bu örgütçüler geride kalıyor, çekiliyorlardı. Bunun üzerine kalabalığı korkutmak için tabancalarla ateş ediyorduk. Hatta bir arkadaşımız soba borusunun içinden ateş etti. Borunun etkisiyle bir tabancadan kat kat etkili bir ses çıktı. Saldırgan güruh elimizde büyük bir silah olduğunu zannettiler ve durakladılar. Yine yaralanmadıklarını görünce bu kez, “Komünistlerin, Alevilerin mermileri bize işlemiyor” diyerek daha büyük bir şevkle saldırmaya başladılar. Aynı anda bu kez profesyonel bir uzun namlulu silahla Çamlığın yan tarafından üzerimize ateş edilmeye başlandı. Korkunç bir sesle mermiler hemen üzerimizden geçiyordu ve başımızı kaldıramıyorduk. Birkaç arkadaşımız orada vuruldular, yaralandılar. Biz tabancalarla ve dinamitlerle topluluğun mahalleye girmesini engelledik. Yaralıları alıp geri çekildiler. Üçüncü saldırıyı da böylece püskürtmüştük.

Tehlikeyi öngörmemenize rağmen ağır saldırıları önleme konusundaki gayretiniz biraz da içine girilen tehlikenin dayattığı bir şey galiba?

Bize yapılan çok ağır bir saldırıydı ve bu yoğunlukta bir saldırı beklemiyorduk. Ama hayatta kalma güdüsü her şeye ağır basıyordu. Daha önemlisi geride korku içinde bekleyen onbinlerce insanın sizden beklentileri idi. Dayanacak, güvenecek bir devlet kurumu veya gücü yoktu. Örneğin bu son saldıran güruh kaçtıktan sonra bu kez mahalleye bir kaç askeri araç girdi. Bir subayın elinde megafonla anons yaptığını duyduk. ‘Çevre ilçelerden gelen var ise onları evlerine götüreceğiz’ diyorlardı. Bunu duyan korku içindeki insanlar hemen sıraya girmeye başladılar. Biz bunun üzerine sıraya girenlere eğer bu şekilde gidilirse geride kalanların öldürüleceğini ve bir daha da mahalleye girilemeyeceğini söyledik. Kalmaya ikna etmeye çalıştık. Buna rağmen 100-150 kişi askeri araçlara binerek gittiler. Söz verdikleri gibi ilçe ve köylerine götürülmediler. Hemen yandaki askeri kışlaya yerleştirildiler. Hiçbiri köylerine gidemedi.

Polis ve asker hiç karışmadı yani neredeyse?

Zaten asker ve polisler tamamen çekilmişlerdi. Yetersizdiler. Hatta neredeyse yoktular. Tek yaptıkları yüz kişiyi götürüp kışlaya koymaktan ibaretti. Polis asker görevini yapmıyor. Daha doğrusu yapamıyordu. Resmi yerlerin güvenliği dışında hiçbir şey yapılmıyordu. Şehrin giriş çıkışları tutuluyordu. Resmi binalar korunuyordu. Buna karşılık Yörükselim’i koruma önlemleri yoktu. Şehir komple çatışma halinde bırakılmıştı.

Bu olaydan sonra da saldırılar sürdü mü?

Askerler bizden bir grubu alıp götürdükten sonra bu kez Çamlık tarafından halktan bir grubun panik içinde bize doğru koştuklarını gördük. Çamlık’ta büyük bir katliamcı topluluğun da birikmeye başladığını gördük. Askeri aracın dağıtacağını düşünüyorduk ki bu kişiler askeri araçların üzerine çıkıp bayrak diktiler. Hemen arkasından askeri araçlar çekip gittiler. Bu kez askerlerin kendilerine karışmadığını gören kalabalık giderek büyümeye başladı. Biz bu askeri araçların neden çekildiklerini ancak sonradan yapılan yargılama sırasında öğrenebildik. Bu askerlere “Kışlayı bastılar çabuk yetişin” şeklinde haber geldiğini bu nedenle orayı korumak maksadıyla gittiklerini öğrendik. Tam bu arada bizim mahallemiz ile Çamlık arasındaki dere benzeri yerden mahalleye girenler olmuş. Evlere girip bir kısmını yakmışlar. Kaçanlar işte bu şekilde bize doğru gelmeye başlamışlar. Fakat, biz aşağıdaki saldırganları görememiştik. Kaçışan halktan bir grup bizi uyarınca hemen çatıdan aşağıya indik ve mahalleyi yağmalayanlara doğru koşmaya başladık. Bize doğru kaçışan halka ben, “Uzaktan duyulanlar çakalların ulumasıdır. Gün bugün değil derlenip dürülmesin bayraklar. Safları sıklaştıralım yoldaşlar” diye ajitatif bir konuşma yapınca durakladılar ve bizim arkamızdaki katliamcılara doğru koşmaya başladık. Cadde boyunca ilerledik. Bu arada bir yandan ağır silahlarla yukarıdan üzerimize ateş ediliyor diğer andan da geçtiğimiz sokak aralarından doğrudan üzerimize ateş etmeye devam ediyorlardı. Buna rağmen biz Çamlık’a kadar yüz civarında bir arkadaşla ulaşabildik. Mahalleye dalıp kardeşlerimizi öldüren grubu tam ortadan ikiye ayırdık. En son eve kadar ulaşıp yerleştik. İkiye ayrılan gruptan bir kısmı hemen mahallemizin sınırında olan Mağaralı mahallesine diğer iki üç yüz kişilik grup ise askeri alana doğru kaçmaya başladı. Küçük bir kısmı ise hâlâ evlerdeydiler ve henüz çıkmamışlardı. Ve çıkamıyorlardı. Her evde katliamcı güruhdan neredeyse beş altı kişi vardı. Yakmış yıkmışlar, eşyaları sırtlayıp götürmeye kalkışıyorlardı ama bizim müdahalemizle sıkışınca yeniden evlere sığınmışlardı. İki üç saat bu gruplarla çatışmamız sürdü. En son askeri alana kaçan grubu da önümüze kattık, evlere girenlerin bir kısmı kaçabildi. Malzememiz o kadar azdı ki onları daha fazla takip edebilmemiz mümkün değildi. Bizim için o aşamada önemli olan katliamcıların mahalleden temizlenmeleri idi. Bu çatışmalar içinde bizden 6 kişiyi kaybettik. Birisi kalp krizinden vefat etti. 5’i ise çatışmada kahramanca direnerek öldüler. Çatışma bu şekilde akşama kadar sürdü. Akşam ise herhangi bir saldırı yapılmadı. Biz ise nöbet tutmaya devam ediyorduk. Bu süre içinde hiç uyumadık. Özellikle halkın bizi görmelerini, hiç bir yere gitmediğimizi, burada olduğumuzu ve olacağımızı göstermek için gayret ediyorduk. Çünkü herkes ölüm korkusu içindeydi ve güvendikleri kişiler de bir düzine insandan daha fazlası değildi. Biz de evleri dolaşarak herkesin evinde su kaynatmalarını, kızgın yağ bulundurmalarını, yeniden saldırıldığında ve eğer bizi de öldürüp gelirlerse bunları kullanmalarını tenbih ediyorduk. Artık savaş ev ev göğüs göğüse çatışmaya dönüşmüştü. Evlerdeki her şeyi bir silaha nasıl dönüştürebileceğimizi düşünüyorduk. Ölüm kalım noktasında olduğumuz artık çok açık ve netti.

Halk ile ilişkileriniz ve bağınız da farklılaştı değil mi?

Biz bu süre içinde direnişin önüne geçmiştik. Ve halk artık bizden ne yapmaları gerekiyorsa söylememizi istiyorlardı. Önceden, okulunuzu okuyun, başka şeylere karışmayın, sizinle mi uğraşacağız diyen ana-babalar bizden kendilerini yönlendirmemizi istiyorlardı. Yemek ve sigara ulaştırmak için çırpınıyorlardı. Halk için yaşamın tek dayanağı bizdik ve bizim de hem sayımız hem de elimizdeki silah ve mermi sayısı son derece azdı. O kadar dikkatli kullanıyorduk ki mermileri karşı taraf bize mermi yağdırırken biz sadece çok gerekli anlarda tek tek atıyorduk. Uzun namlulu silahımızı ise kendi hayatımızdan daha fazla korur hale gelmiştik. Çünkü o elimizden çıkarsa sadece bizim değil onbinlerce insanın vahşice öldürüleceğini görüyorduk. İddia ediyorum o direnişi Yörükselim’de ortaya koymasaydık kesin olarak 25-30 bin kişi ölecekti.

Peki bu süre içinde ne yiyip ne içiyordunuz? İhtiyaçlarınızı nasıl karşılıyordunuz?

Yemek ihtiyacınız zaten o anda olmuyor. Zaten vücut istemiyor. Uyku zaten yoktu. Diğer mahallelere neler olduğunu tam bilemiyorduk. Fakat asıl hedefin Yörükselim olduğu zaten belliydi. Direnişi bu nedenle orada örgütledik. Sonradan öğrendik ki bizim mahalleye giremeyen saldırganlar bu kez yine sol ve Alevilerin olduğu Karamaraş mahallesine saldırmışlar. Orada da ilk günkü yardım çağrımıza Pazarcık Yolboyu köyünden cevap veren muhtar Mehmet Mengücek’in bir kaç gün süren direnişiyle püskürtülmüş. Mengücek yoldaş, yardım isteğimiz üzerine cenaze sonrasındaki günde kız kardeşinin düğününü bırakıp elindeki tek MAT silahla ve bir başka arkadaşıyla Karamaraş mahallesine girip yerleşiyor. Yörükselim’e giremeyip de Karamaraş’a yönelen faşistleri bir gün süren bir direnişle durduruyor. Bu esnada yaralanıyor. Mehmet Mengücek en son bir asker tarafından yakın mesafede ateş edilerek şehit edilmiştir.

Hamit Kapan (solda), Mehmet Mengücek anmasında…

İkinci gün saldırılar devam etti mi?

İkinci gün bizim mahalleye artık giremeyeceklerini anlamışlardı. Bizim ise diğer mahallelere ulaşma imkanımız hiç olmadı. Bu sırada önemli mevzileri tutmaya çalışıyorduk. Dürbünlerle her yeri kontrol etmeye çalışıyorduk. 24 Aralık’ta Karamaraş mahallesinde, ondan sonra da diğer mahallelerde solcu, demokrat, Alevi ailelere saldırıp sayısız insanı öldürmüşler. Divanlı, Yusuflar mahallelerinde özellikle çok kişi öldürülüyordu.

Çok feci vahşet olayları yaşanmış ve artık bunları bir “hikaye” olarak okuyoruz. Ama bize aktarabileceğiniz cinayetler var mı?

Cennet Çimen cinayeti biliniyor. Seksen yaşında yaşlı bir kadın. Bir gözü az gören biri. Katliam sırasında evdeki çocuklar kaçıyor. Fakat bu yaşlı olduğundan kaçamıyor. Saldırganlar, “gel nene gel nene” diyerek bahçedeki hela çukuruna götürüyorlar. Orada sağlam gözünü tornavida ile oyuyorlar. Kurşunla öldürüyorlar. Yetmiyor baş aşağı hela çukuruna yıkıyorlar. O da yetmiyor. Onun da üzerine at arabasını deviriyorlar. Korkunç bir vahşet. Her türlü aşağılık şiddetin uygulandığı bir yer orası. Yine bir küçük çocuk annesinin elinden kaçıyor ve kayboluyor. Bir süre sonra bu çocuğun cesedi kol ve bacakları kesilmiş biçimde bir evin bodrum katındaki bir tencerenin içinde bulunuyor. Ceset kazanda kaynatılmış ayrıca. O zaman Sünni hurafelere göre Alevilerin derisinin altında cennetin anahtarı varmış. O anahtarı almak için sırtımızdaki deri yüzülecek. Oradaki anahtarı alıp cennete gidecek… Gerçekten böyle bir inanışın olduğunu o güne kadar duyuyorduk. Ama artık Maraş’taki sol ve Alevi topluluğun bir gerçeği haline gelmişti. Artık sadece hurafe değildi aynı zamanda insanların derilerinin yüzülmesine kadar ulaşacak bir şiddet sergisinin somut beratı olmuştu. Bu şekilde hazırlanmıştı topluluk. İmamlar ve din adamları camilerde hazırlamıştı topluluğu. Diğer yandan daha o kadar çok özel bir hınçla işlenmiş cinayetler var ki insanın hepsini anlatmaya yüreği yetmiyor.

Peki katliamın son gününde neler yaşandı?

Katliamın son gününde yani 26 Aralık’ta biz de artık gücümüzün sonuna gelmiştik. O gün Kayseri Hava İndirme Tugayı’nın müdahalesi ile her şey yarım gün içinde kontrol altına alındı. Yani istenseydi bir kaç saatlik bir mesafedeki bir askeri güç daha ilk günden bu katliamı önleyebilir durumdaydı. Ayrıca Maraş’taki askeri birlik komutanı, General Mahmut Boğuşlu’dan ateş emri istiyor. Fakat Boğuşlu vermiyor. Kontrollü bir silah kullanımı bile bu katliamı rahatlıkla önleyebilirdi.

Artık asker sahaya egemen oldu?

Son gün askerler mahallemize girdiler ve arama yapmaya başladılar. Çeşitli evlere baskınlar yapılıyordu. Biz sürekli ev değiştirmeye başladık. Artık orada barınamaz olduğumuza karar verip ben, Tahsin Kozanoğlu ve Derviş Koç beraberce şehirden çıkmak zorunda kaldık.

Peki en son yaralı ve ölülerle ilgili güvenilir bilgiler edinebildiniz mi?

Hürriyet gazetesi ilk gün 150 ölü olduğunu yazmıştı. Sonraki günler 60’a düşürdü. Sonra 111 ölü şeklinde ilan edildi. Fakat olayların başından sonuna kadar içinde olan birisi olarak kesin olarak söyleyebilirim ki ölen sayısı 700’lerin üstündedir. İnsan bunca vahşetin içinde ölüleri sadece sayı olarak düşünmekten utanıyor. Fakat çatışmanın gerçek boyutlarını ve derinliğini anlamak değilse de anlatmak bakımından bu gerekli bir tespittir maalesef.

Daha 22 yaşındasın ve bir iç savaşın içinde önder bir rol oynuyorsun. Bu nasıl bir psikoloji yarattı sende?

Süreç bizi öyle bir yere sürükledi ki biz kendimizden beklemediğimiz davranışlar içine girdik. Aradan 40 yıldan fazla bir zaman geçti. Şu an böyle bir olaya rast gelsem bir sürü hata yapabilirim. Fakat çatışma bizi öyle bir sorumluluk duygusuna taşımıştı ki artık otomatik olarak görev ve sorumluluklar dizisi oluşturuyor, anında harekete geçiyorduk. Bir de dönem gençlik eylemleri dönemiydi. Ama o gençler olgun gençlerdi. Bugün bunu daha iyi anlıyorum.

Peki olayların gerçek seyri bu iken ve faillerin yargılanması devam ederken 12 Eylül darbesiyle birlikte Maraş Katliamı defteri yeniden açıldı ve bu kez siz suçlandınız? 12 Eylül ile birlikte sizi Niğde Cezaevi’nden Maraş Cezaevi’ne getirdiler ve oradan da ünlü bir işkencehaneye dönüşen Maraş Eğitim Enstitüsü’ne götürüldünüz. Nasıl başladı bu süreç?

Niğde’den Maraş Cezaevi’ne getirilmiştim o dönemde. Bir buçuk ay bu cezaevinde kaldıktan sonra bu kez Maraş Eğitim Enstitüsü’ne götürüldüm. Burası artık bir işkencehaneydi ve geçmişte basketbol sahası olan yerde bir süre bekletildikten sonra hiçbir soru sorulmadan meydan dayağına başlıyorlardı. Amaç yıldırmak, korkutmak, ‘eyvah nereye geldim’ telaşına düşürmekti. Gözüm bağlıydı ve her yerden yumruklar, tekmeler geliyordu. Bu şekilde iki üç gün boyunca devam ettiler. İki üç gün sonra ise bu kez, “Anlat bakalım Hamit Kapan?” diye bir soru sordular. “Benim anlatacak bir şeyim yok” diye cevap verince “ne anlatacağını gayet iyi biliyorsun”, “anlat bakalım öğretmenleri nasıl vurdunuz”, “Maraş Katliamı’nda nasıl silah kullandınız?!” soruları birbiri ardına gelmeye başladı. Bunu şahsen beklemiyordum. Çünkü hiçbir işkence ile tersine döndürülemeyecek bir gerçek vardı. Fakat bu konuda bir karar aldıkları ve katliamı bizim üzerimize yıkmak için bizi buraya getirdiklerini anladım. Öyle ki, “Akın kahvesini nasıl taradınız?” diye bir soru bile sordular. Kahveleri nasıl bombaladığımızı dahi soruyorlardı.

Soldan sağa: Türkiye’de en uzun süre işkencede (365 gün) kalan ve Maraş Katliamı sırasında şehre girerken

yakalanan Mehmet Saim Sağnak, Orhan Gazi Ertekin ve Hamit Kapan.

 

Sizin sorguya giderken beklentiniz neydi?

Ben herhalde arkadaşlardan birisi artık dayanamayarak konuşmuştur. Bazı suçları kabul etmiştir diye düşünüyorum. Fakat Maraş Katliamı’nı düşünmedim. Hele öğretmenlerin öldürülmesini anlatmamı istiyorlardı ki açıkça bu soruları asla kabul etmeyeceğimi, çok saçma olduğunu söyleyince falakadan başlayarak elektrik işkencesine kadar teker teker uygulamaya başladılar. Tazyikli su, askıya çekme başladı. Derken günler geçince bunun oradaki polislerin fantazileri olmadığını, ciddi olduklarını anlamaya başladım. İki hafta sonra bazı arkadaşlarımı getirdiler. Sorulan sorulara hep olumlu cevap vermeye başladılar. Belli ki çok ciddi işkence yapmışlardı. Ama kabul ettikleri suçlar o kadar akılsızca ve bizim açımızdan işlenemez suçlardı ki onlara, “Bunlar yalan söylüyor. Çok açık” diye karşılık verdim. Bu esnada Maraş sıkıyönetim komutanı Tuğgeneral Yusuf Hanedaroğlu’nun da işkencehanede olduğunu fark etti. Arkadan öyle kırbaç darbeleriyle bana saldırdı ki gözlerimden ateş çıkıyordu neredeyse. Bana hakaretler ederek, “bunca insan yalan söylüyor sen mi doğru söylüyorsun” diyerek hiddetle kırbaçladı. Kendisine bir kez daha, “Yanlış yerdesiniz. Bu olacak iş değil” diye cevap verdim.

Gerçek bir 12 Eylül fantazisi?

O sırada işin renginin değiştiği çok açıktı. Hiç alakamız bulunmayan ve onurumuzu ayaklar altına alacak bir saldırı ile karşı karşıya idim. O andan itibaren direnmekten başka hiçbir çarem kalmamıştı. Sinemanın bombalanması, öğretmenlerin öldürülmesi ve Maraş Katliamı’nda silah kullanma iddiaları benim kırmızı çizgimdi. Asla ve asla kabul etmeyecektim. Onun dışındakileri ise hiç ciddiye almıyordum. Zaten örgütümü savunuyor ve yaptıklarımı da açıkça ilan ediyordum. Ama 12 Eylül ile başlatılan bu saldırı alçakça ve onursuzca bir saldırıydı. Kaldı ki öğretmenler arkadaşımızdı ve örneğin Mustafa Yüzbaşıoğlu zaten yaralı olarak ifade vermiş, saldırganı tanımadığını söylemişti. Eğer ben öldürseydim hemen adımı verirdi. Daha bir kaç yıl önce Yüzbaşıoğlu ile birlikte dernek bile kurmuştuk. Sonradan bütün bunları mahkemede delilleriyle ortaya koymuştum zaten. Ama bu işkence aşamasında gerçeğin gerçek olmadığını hem de bize kabul ettirmeye kararlıydılar. Direnmekten başka yol da yoktu. Zaten bir yerden kabul edersen o zaafından yakalayıp faili bilinmeyen ne kadar suç varsa üzerine atmaya da hazırdılar.

Tüm bunlar Maraş Katliamı’nın yeni fasikülleri olarak yaşandı tabii ki?

Bu işkencelerle ikinci bir katliam daha yaşanmış oldu. Sorgum yedi ay boyunca aralıksız sürdü. Halbuki gözaltı süresi üç aydı. Girdi çıktı bile yapmıyorlardı. Her tür işkence yöntemi birer birer uygulandı. Filistin askısı, kasap askısı, çarmıha germe, tırnak çekme ve bunları aylar boyunca uygulamaya devam ettiler. Ben ise belirli bir aşamadan sonra sadece susmayı tercih ettim. Artık psikolojik bir savaş başlamıştı aramızda. Beni ne olursa olsun saçma da olsa konuşmaya zorluyorlardı. Örneğin adımı söylemem bile onlara yeterdi. Bunu istiyorlardı. Sadece ses çıkarmamı. Ben ise dişlerimi kilitlemiştim. Asla konuşmuyor ve ağzımı açmıyordum. Bu kez ağzımı açık tutmam için işkence yapmaya başladılar. Gene açmadım. Karşılıklı olarak birbirimizin psikolojisini kontrol altına almaya çalışıyorduk. Ben asla onların dediğini yapmamaya yeminliydim. Onlar ise basit günlük komutları bana yaptırmaya çalışıyorlardı. Artık soru sormayı, sorgulamayı bırakmışlardı. Karşıdakinin psikolojisini teslim almaya uğraşıyorduk. İstediklerini yaptıramadıklarında kendimi galip hissediyor, onlara başarısız olduklarını göstermiş oluyordum. Artık başka türlü ve hislerle yürüyen bir hesaplaşma vardı aramızda. Ağzımdan çok acı verici işkence yaptıkları halde bir “ah” sesi bile çıkmamıştı. Çene kenarlarından yüksek voltajda elektrik veriyorlardı. Ama ağzımı asla açmıyordum. Zaten günlerdir yemek de yemiyordum. Artık iyice halsiz düşmüştüm. Beni Maraş hastanesine kaldırdılar. Bir serum verdiler. Orada da ağzımı açmadım. Bu kez Adana hastanesine götürüldüm. Onlar kabul etmeyince bu kez beni Elazığ akıl hastanesine götürüldüler. Ellerim ve ayaklarımdan bağlıydım. Fakat beni akıl hastalarının arasına koydular. Orada biraz hastalardan çekindiğimi hatırlıyorum. Hastanede on gün kadar bana iğne vurdular. Hâlâ ağzımı açmadan duruyorum. Ama hastanede olduğum için belki doktorlarla bağlantı kurarak işkenceye dair bir yol bulabilirim diye aklımdan geçirdim ve hademe vasıtasıyla doktora haber gönderip ilk kez sadece doktorla görüşmek istediğimi söyledim. Hemen beni aldılar. Başhekime, “Ben Maraş’tan getirildim. Siyasi bir insanım. Bunların rapor edilmesini istiyorum” dediğimde bana hiçbir karşılık vermediği gibi hemen Maraş’taki işkencecileri aradı ve onlar gelip beni yeniden Maraş işkencehanesine götürdüler. Bu kez işkenceyi daha da katmerleştirdiler. Özellikle Ankara’dan getirilen bir işkence ekibi vardı. Bir Maraş ekibi beni 8 saat sorguluyordu. Onlar çıkıyordu bu kez Ankara’dan gelen ekip sorguluyordu. Arkasından bir başka Maraş ekibi devralıyordu. Bir süre sonra ekipler arasında bir sürtüşme de başladı ve bu bana yapılan işkenceyi daha da ağırlaştırdı. Ekiplerden biri mesaiyi bitirirken işkenceyi en üst haddine çıkarıp, “Bizde konuşmadın. Eğer diğer ekipte konuşursan gününü görürsün” diye küfür ve hakaretlerle gidiyorlardı. Sonrakiler ‘onlar konuşturamadı biz konuştururuz’ diyerek daha ağır işkence yapıyorlardı. Aynı şekilde diğer ekipler de birbirleri ile yarışıyorlar. Beni diğerlerinin değil kendilerinin çözmesi için uğraşıyorlardı.

Peki direnişin kendine has bir “aklı” var mıdır? Yani bir taktik oluşturuyor muydun?

Bütün bunlara karşı cevap vermek için kendimce yöntemler geliştiriyordum. Örneğin çarmıhta elektrik verdiklerinde aslında çok etkilenmiyordum. Fakat o sırada var gücümle bağırıyordum ki bu işkence yönteminin daha ağır olduğunu sansınlar diye. Buna karşılık Filistin askısı daha çok acı vermesine rağmen ben orada daha rahat davranıyordum. Bu da onları fiziksel olarak daha az acı veren işkencelerin daha ağır olduğu düşüncesine sürüklüyordu.

Başka ve sana özel işkence yöntemi de uyguladılar mı?

Bütün bunlar yetmeyince bu kez bana Çin işkencesi uyguladılar. Maraş’ta ilk kez yapıyorlardı bunu. Başka yerlerde yapıldı mı bilmiyorum. Çok nadir bir yöntemdi. Bir gün jilet ile saçlarımı tıraş ettiler. Ben de herhalde bitlendim ki temizliyorlar diye düşündüm. Fakat beni bir yere götürüp 10’a 10’luk kalaslar üzerinden çarpı işareti şeklinde yapılmış bir özel kalas yapısı üzerine beni bağladılar. Ellerim ve ayaklarım yana doğru açık vaziyette bağlı şekildeyim. Üzerimde en az kırk elli kadar kemer bağlanmış durumda. Bütün kaslarım kemer ile sıkıştırılmış vaziyette. Her yerime o kemeri bağladılar. Nefes alırken göğsümü şişiremiyordum. Kısık kısık nefesler alıyordum. Bir süre sonra iki buçuk üç metre bir mesafeden alnımın ortasına bir su damlası damlatıldı. Önce bir yerden mi sıçradı acaba diye düşündüm. Beş altı saniye sonra yeniden damladı ve yeniden yeniden aynı aralıklarla damlamaya devam etti. Bu işkence metoduna Vietnam üzerine okurken rastgeldiğimi hatırladım ve bilincini kaybetmemek gerektiği söyleniyordu. Bunu hatırlayınca damlanın aralıklarını hesaplayarak ne zaman geleceğini hesapladım ve öyle damlaları takip ettim. Fakat bir süre sonra bilinç kendiliğinden kayboluyor ve saymayı bile unutuyorsun. Tam o anda alnına değen o küçücük su damlası sanki tonlarca ağırlığında bir su imiş gibi hissettiriyor. Bütün hücrelerime basınç yapıyor, bağlı olduğum yerden kalkıp bu kez havadan yere düşüyormuşum hissi uyandırıyordu. Kendimi sürekli telkin ediyordum. Yeniden saymaya çalışıyordum. Fakat bir kez daha bu kez kafama sanki kaya düşüyor, vücudum tırnak uçlarına kadar sızlıyordu. Bu işkenceyi ise üç gün boyunca sürdürdüler. Orada da çözemediler.

Bir de foseptik çukuru işkencesi var. İşkenceci polis Sedat Caner de itiraflarında bundan bahsediyor?

Evet yine sadece bana uygulanan foseptik çukuru işkencesi de vardı. Ellerin arkadan kelepçeli ve dizlerinin üzerine çökecek vaziyette bir çukurun içerisindesin. Çukur bok çukuru. Çenemin altına kadar geliyor su. Kafanı öne eğemiyorsun. Eğersen pislik ağzına giriyor. Bağlısın kalkamıyorsun. Bu şekilde ne kadar kaldığımı ben hatırlamıyorum. Fakat işkenceci polis Sedat Caner’in itiraflarına göre burada 9 gün tutulmuşum. Vücudumda büyük yaralar oluşmuştu. Gözlerimde irin oluşmuştu. Yüzüme bile bakamıyorlardı.

İşkence sırasında çekilen tırnakları yanına alıp mahkeme heyetine sunduğunu da biliyoruz?

O gün bir üç beş çektiler tırnaklarımı, dokuzuncuyu çekiyorlardı. Gözlerim bağlıydı. Göz bağının altından kısmen etrafımda kimseler olup olmadığını görebiliyordum. O anda bir gürültü çıktı ve işkenceciler birdenbire ayrılıp gittiler. Bir anda beni bıraktılar. Sanırım o sırada arkadaşlarımdan ya Fehmi Özarslan ya da diğer yoldaşım Mehmet Ceren işkencede ölmüş olsa gerek. Öyle tahmin ediyorum. Beni o halde işkence tezgahında bırakıp aceleyle gittiler. Herkes gidince bir refleksle yerdeki çekilmiş tırnaklarımı topladım. Gömleğimin kolunun kenarında onları sakladım.  Ayaklarım kan içindeydi. Onları daha sonra korudum. Cezaevine taşıdım. Bir giysinin astarına saklayıp dışarı gönderdim. O tırnaklar Avukat Emin Değer tarafından da heyete sunuldu. Hâlâ lifler duruyordu. Fakat heyet inceleme talebini reddetti. Adli tıp talebi reddedildi. Bunun üzerine Avukat Emin Değer, “Sizi tarihe şikayet eğiyorum” diyerek salonu terk etti…

Bu şekilde 7 ayı tamamladınız ve artık bilincin kaybolduğu, işkenceci polisin deyimiyle sürekli uyumaya başladığın bir dönem başladı ve sonu gelindi?

Bu şekilde 200. gününe dayandığımızda onlar da artık sonuna geldiğimizi fark etmişlerdi. Beş altı sayfalık bir metin getirip önüme koydular ve imzalamamı istediler. Artık gerçeklik duygusunu bile yitirmiştim. Bir şey imzaladığımı hatırlıyorum bilinçsiz olarak ama ne olduğunu bile bilmiyorum.

Bu şekilde özel işkenceye tabi tutulan kaç kişiydiniz?

Biz işkencehanede 12 kişiydik ve çok özel bir muamele görüyorduk. Savaş esiri gibiydik. Ellerimiz ve ayaklarımızdan zincirlerle bağlı tutulurduk. Adımız bu nedenle “zincirliler”e çıkmıştı. Bu işkenceler sırasında iki yoldaşımı kaybettim. Birisi Mehmet Ceren’dir. Diğeri ise Fehmi Özarslan. Her ikisi de işkenceye karşı olağanüstü bir direniş sergilediler ve hiçbir şeyi kabul etmediler. Hâlâ da bu arkadaşlarımızın öldürülmeleri hakkında bir dava açılabilmiş değil. Biz de bu nedenle İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvurduk. Halen mahkemede görüşme sırasında bekliyor davamız.

Peki davaları ne oldu bütün bu işkenceli sorguların?

Maraş Katliamı ve öğretmenlerin öldürülmesi gibi çok önemli ve bizim için “namus” meselesi diyebileceğimiz iddialar konusunda haklılığımız kabul edildi. Bütün deliller ortadaydı. Katliamın solun üzerine yıkılmaya çalışılması başarısız olmuştu. Mahkeme bunu ilan etti.