Perşembe, Nisan 18, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Langfristige Artikel

Box Link

Events


 

 PANO

 

 

 

 

Newroz pîroz be!

Newroz piroz bo!

Newroz kutlu olsun!

 

 ----------------------------------------------------------------

 

A r ş i v  ( D e r g i - B e l g e - K i t a p )

 

 

 

 


Rasti Dergisi, Yıl: 2001 Sonbahar, Sayı: 1 - PDF

        İçindekiler:

  • TÊKOŞİN GERÇEĞİ

         Seyfi Cengiz ile Röportaj - Piro Zarek

  • Demokratik Cumhuriyet 'in Güncel Ve Tarihsel Anlamı 

         M. Zilan

  • Hapsedilen Dersim Aydını Üzerine Bazı Notlar

        H. Pulur

  • PYSK ' nın Tasfiyesi ve Duruşumuz

        Reçenasia Komünisti-Komünist Gelenek

     
     
     

  

Dersimzaza.com'dan kısa bir açıklama

Facebook'ta sitemizin ismi ile benzerlik taşıyan bazı sayfalar görülmektedir. Bu sayfaların sitemizle hiç bir ilgisi yoktur. Sitemizin www.dersimzaza.com adresi dışında internet üzerinde herhangi bir hesabı ya da sayfası bulunmamaktadır.

Kamuoyunun dikkatine sunulur.

Dersimzaza.com

 

 

 

 

 

Ayakta kalmak için çabalayan faşist rejimin tek seçeneği, terör ve savaşı tırmandırmaktır

 

Ayakta kalmak için çabalayan faşist rejimin tek seçeneği, terör ve savaşı tırmandırmaktır

 

Ahmet Aydın

30 Eylül 2020

 

6 yıl önceki Kobani ile dayanışma eylemleri gerekçe gösterilerek, 7 ilde başlatılan operasyonlarla 82 HDP yöneticisi ve üyesi 25 Eylül 2020’de gözaltına alındı. Gözaltı operasyonları sol-sosyalist aydın ve gazetecilere kadar uzandı. Operasyonun MGK toplantısının hemen sonrasına denk gelmesi dikkat çekicidir, ancak bu şaşırtıcı değildir. Çünkü MGK, çekirdek devletin, başka bir ifadeyle bugünkü AKP-MHP-Ergenekon faşist iktidar blokunun karar merciidir. Kürtlere ve tüm muhalefete karşı saldırıların planlaması ve organizasyonu bu merkezden yapılmaktadır.

Kuşkusuz, Kobani ile dayanışma eylemleri gözaltı için uydurulmuş bir bahanedir. Biliyoruz ki, bu rejimin bahane bulma, suç ve yalan üretme konusunda hiçbir sıkıntısı yoktur. Yargının tümüyle siyasal iktidarın cezalandırma aygıtına dönüştüğü bu ortamda, iktidar; Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da istediği türden bir suç uydurup, istediği her insanı gözaltına alıp tutuklayabilir ve mallarına el koyabilir. Ancak faşist yöneticilerinin sıklıkla Kobani ile dayanışma eylemlerini çarpıtarak gündeme getirmeleri ve bu tür operasyonlara gerekçe yapmaları, onların Kobani’nin özgürleşmesi ve Kürt halkının gösterdiği dayanışma karşısında hala büyük bir acı ve kin duyduklarını gösteriyor. Kuyruk acıları ve kinleri dinmemiş, intikam almak için saldırıyorlar.

Faşist rejimin kuyruk acısını çok iyi anlıyoruz: Türk devleti Rojava’da ve hatta Güney Kürdistan’da Kürtlerin varlığını bitirme ihalesini besleyip desteklediği taşeron örgüt IŞİD’e vermişti. Kobani kuşatması bu ihalenin sonuçlandırılmasının son halkalarından birisiydi. Bu nedenle Kobani savaşının pratik ve sembolik anlamı çok büyüktü. Fakat, Kobani; ulusal ve uluslararası dayanışmaya ve savaşımla, IŞİD kuşatmasını kırdı ve özgürleşti. Dolayısıyla Türk faşizminin Rojava ve Güney Kürdistan Kürtlerini bitirme planı da, o aşamada başarısızlığa uğratıldı.

Öte yandan Kobani’nin IŞİD tarafından kuşatılması ve kentte yaşayan sivillerin ve savunma güçlerinin katliamdan geçirilme tehlikesinin belirmesi, bununla birlikte; Türk devletinin Kobani’nin düşmesinden sevinç duyacağını bizzat faşist şef Erdoğan’ının ağzından ilan etmesi, tüm Kürt halkında olduğu gibi; Kuzey Kürdistanlılarda da büyük bir öfkenin oluşmasına neden olmuştu. Bu ortamda, 6-8 Ekim 2014’de Kuzey Kürdistan’da gelişen eylemler, Kobani ile dayanışma eylemleridirler. Bu eylemler, IŞİD’i ve onu destekleyen güçleri protesto etmeye ve dünya halklarının Kobani savaşı ile ilgili duyarlılığını ve dayanışmasını artırmaya, Türk devletinin, Güney Kürdistan'dan Kobani'ye gönderecek askeri yardıma geçiş izin vermesini sağlamaya yönelikti. Kısacası tümüyle meşru ve haklı eylemlerdi bunlar. Fakat, IŞİD’le aynı cephede olan Türk devleti, elbette bu eylemlerden büyük bir rahatsızlık duydu. Türk devleti başta Özel Harekat Polisleri olmak üzere, tüm güvenlik güçleri ile dayanışma ve protesto için sokaklara çıkan gösterici Kürtlere saldırdı. Eylemcilere karşı sadece resmi güvenlik güçleri değil, o dönemin bazı yöneticilerinin bizzat belirttiği gibi ‘’kontrolsüz bazı güçler’’ de kullanıldı. Bu güçler Hüdapar, MHP ve diğer karanlık dinci-faşist kesimlerden toplanmış kişilerden oluşuyordu. Anlaşıldığı kadarıyla devlet, Rojava'daki savaşının keskinleşmesiyle, Kuzey Kürdistan’da böylesi kitlesel eylemlerin yapılacağını öngörmüş ve bu eylemlere karşı bazı tedbirler alıp, paramiliter saldırı grupları oluşturmuştu. Gösteriler başladığında polisle birlikte bu silahlı milis birliklerinin harekete geçirilmesi, önceden bir hazırlık yapıldığını gösteriyor. Faşist rejimin daha önceden gündemine aldığı, silahlı faşist milisler oluşturma projesinin, pratik bir biçimde Kobani ile dayanışma eylemleri sürecinde hayata geçirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Gezi parkı eylemleri sürecinde bu yönde denemeler olmuşsa da, en kapsamlı girişim, 6-8 Ekim Kobani ile dayanışma eylemleri sürecinde gerçekleştirilmiştir. Polis ve milis güçleri 6-8 Ekim Kobani ile dayanışma eylemlerine pervasızca saldırdılar. Nitekim bu eylemler sırasında ölen insanların çok büyük çoğunluğu yurtsever Kürtlerdir. Bu veri, devletin düzenlenen gösterileri, kitleleri şiddetle ezme ve yeni milis güçlerini örgütleme amacı doğrultusunda fırsata çevirdiğini gösteriyor. Saldırıların dozajı artınca, halkın direnişi de giderek şiddetlenmiş, devlet ve onun milis güçleri püskürtülmüştür.

İşin gerçeği şudur: Kobani’yle dayanışma eylemlerini kana bulayan ve 50’den fazla insanın katledilmesine neden olan, polisini ve milislerini halkın üzerine saldırtan faşist rejimin ta kendisidir. Halkın, protesto gösterileri yoluyla taleplerini iktidara ve kamuoyuna duyurması, yönetenler üzerinde baskı kurmaya çalışması demokratik bir haktır. Halkı sokaklarda protesto gösterileri düzenlemeye çağırmak da suç değildir.  Kürt siyasetçileri, 6-8 Ekim 2014’de halkı sokağa, şiddet gösterileri için de çağırmamışlardır. Kaldı ki, o gerilimli koşullarda, kimsenin halkı sokağa çağırmasına gerek de yoktu. Halk zaten kendisi Kobani’de gelişen tehlikeyi an be an izliyor ve bir şeyler yapılması gerektiğini hissediyordu. Nitekim halk, Kobani kuşatmasının başlamasından itibaren, başta Kobani sınırı olmak üzere, pek çok yerde gösteriler düzenlemeye başlamıştı.

Dünyanın her yerinde kitle gösterilerinde gerilim ve şiddet görülmektedir. Asgari düzeyde demokratik bir yapıya sahip olan ülkelerde devletler, genellikle, bu gerilim ve şiddeti tırmandırmadan kontrol altına alacak toleranslı ve sağduyulu bir güvenlik politikası uygularlar. Fakat, halka düşman olan, hak hukuk tanımayan, esas amaçları halkı ezmek olan rejimler, demokratik gösterileri provoke edip gerilim ve şiddeti tırmandırırlar ve gösterileri kana bulayıp, bunun suçunu da gösteriyi düzenleyenlere yüklerler. Türk devletinin bu konuda büyük bir tecrübesi vardır. 1977'de Taksim'de yapılan 1 Mayıs kutlamalarına katılan kitleye karşı düzenlenen katliam ve sonrasında yaşananlar, bu kanlı ve kirli uygulamaların somut bir örneğidir. Taksim 1 Mayıs katliamını yapan devletti. Ancak aynı devlet, ‘’sol örgütler birbirileri ile çatıştı’’ yalanıyla gösteriyi düzenleyenleri suçlu olarak ilan etmişti. Devlet bu yöntemle bir taşla birçok kuş birden vuruyordu: Bir yandan kitleler şiddetle ezilerek sindiriliyor, diğer yandan muhalefet suçlu gösterilerek kriminalleştiriliyor ve yalnızlaştırılıyordu. Ayrıca gösteriler ve yürüyüşler birer terör eylemi olarak gösterilerek, halkın iktidara karşı bu tür demokratik haklarını kullanması önünde psikolojik bir engel oluşturuluyordu. Nitekim, bugün bile muhalefet partileri her kitlesel sokak gösterisi öncesinde böylesi kaygılarını dile getiriyorlar. Böylesi karanlık rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde, elbette bu tür kaygılara kapılmamak mümkün değildir. Ancak kaygılara kapılıp faşist rejimler karşısında pasif kalmak da, daha ağır sonuçlara yol açar.

 

İktidarın amacı ve bu saldırıların hedefi ne?

Bizzat faşist rejimin şefi Erdoğan, amacını ve nasıl bir rejim kurmak istediğini defalarca konuşmalarında açıkladı. Bugünkü siyasal iktidarın iç ve dış politikası ve uygulamaları da, pratik olarak bu rejimin niteliğini, amacını ve hedeflerini somut olarak ortaya koymaktadır. Erdoğan uzun bir zamandır şöyle bir durum tespiti yapmaktadır: ‘’Ülkemizin kaderiyle AK Parti’nin kaderi birleşmiş, bütünleşmiştir.’'[1] Bu sözlerden doğal olarak şu sonuca ulaşılır: Ülkenin kaderi AKP’nin kaderiyle, AKP’nin kaderi de Erdoğan’ın kaderiyle birleşmiştir. O halde ülkenin kaderi Erdoğan’ın kaderiyle birleşmiştir. Pratik uygulamalar da, Erdoğan ve siyasi iktidarın bu kabul doğrultusunda hareket ettiklerini gösteriyor. Nerdeyse tüm muhalefetin dış düşmanlarla ve terörle bağlantılı gösterilmesi, iktidara ve Erdoğan'a yöneltilen en doğal eleştirilerin bile ‘’ülke ve millet düşmanlığı’’ olarak damgalanması bu gerçekliğe işaret ediyor. AKP ve Erdoğan’ın kaderiyle ülkenin kaderi birleşmiştir demek, biz olmazsak ülke de olmaz demektir. Başka bir ifadeyle, AKP/ Erdoğan ülkenin temel direği ve sahibidir. Ülkenin bir sahibi varken, diğer partilerin ülkeyi yönetmeye talip olmaları anlamsızdır ve hatta bu, ülkenin temel direğiyle ve kaderiyle oynamak anlamına gelir. Nitekim, bu iktidar AKP hükümetini yasal-demokratik yollarla değiştirmeyi bile suç saymaktadır. Kurulan bu siyasal denklemi ve uygulamaları biz, Nazi Almanya’sının ve Mussolini İtalya’sının tarihinden tanıyoruz. Bir ülkeyi, bir ulusu tek bir parti ve onun şefiyle özdeşleştirmek, faşist rejimlerin karakteristik özelliklerinden birisidir.

Yine Erdoğan sık sık 2023 vizyonundan, şimdi daha da ötelere giderek 2053, 2071 vizyonlarından söz etmektedir. Bu açıkça, onlarca yıl sürecek kalıcı bir rejim isteğini ortaya koymaktadır. Bu vizyon, daha çok kendisini ‘Yeni Osmanlı imparatorluğu’nun kurulması’ hedefiyle dışa vurmaktadır. Ülkenin ve ulusun kaderini, kendi varlığı ve siyasal mücadelesine bağlamış, dolayısıyla ‘kutsal ve tarihsel’ bir misyon yüklenmiş olan bir şefin, geçici bir iktidarla kendisini sınırlaması mümkün değildir. Çünkü onun iktidarı yıkıldığında, ülke ve ulus da yıkılacak hatta yok olacaktır. Demek ki, Erdoğan ve partisi, kendilerini bu toprakların ve halkın sahipleri ve meşru-ebedi yöneticileri olarak görüyorlar. Faşist blokun diğer ortakları olan MHP ve Ergenekon kliklerinin de, aynı anlayışa sahip olduklarını söylemeliyiz. Bu blok, hiçbir şekilde bu ''hakkını'' başkalarına devretmeyi düşünmüyor ve kurulan rejimi on yıllarca sürdürmek istiyor. Tesadüf değil, Hitler de, AKP-Erdoğan ve ortakları gibi ‘’Bin yıl yaşayacak kutsal devlet’’ (Tausendjähriges Reich) kurmak istiyordu.

Kendisini, ülkenin ve ulusun sahibi ve tek meşru yöneticisi olarak gören ve onlarca hatta yüzlerce yıl sürecek bir rejim kurmayı amaçlayan bir politik hareket, kuşkusuz yurttaşların seçme ve seçilme hakkına, parlamentoya, farklı görüşlere, muhalif partilere ve özgür basına da gerek duymaz ve tahammül göstermez. Bu anlayışın sahipleri kendilerini milletin ‘’milli ve manevi değerlerinin’ tek temsilcileri olarak görüyorlar. Onlara göre millet kendilerine bu değerler doğrultusunda ülkeyi yönetme yetkisini çoktan vermiştir. ''Milli ve manevi değerlerin'' temsilcileri olduklarına göre, millet için en doğrusunu onlar bilecek ve en doğru kararları kendileri alacaktır. Hal böyleyken; göreceli de olsa halkı temsil eden bir parlamentonun varlığına ve orada kararlar alınmasına, yasalar yapılmasına gerek yoktur. Şef tek başına milletin iyiliği için gerekli kararları en doğru şekilde alacak ve kararnameler yoluyla (ferman da denilebilir) bunları devlet kurumlarına ve halka bildirecektir. Dolayısıyla, halktan süresiz tam yetki aldığını düşünen siyasal iktidar, aslında yeniden böylesi bir yetki almaya yani yenden seçimlere gitmeye gerek bile duymamaktadır. Bu anlayışın bir sonucu olarak, AKP ve Erdoğan, zorunlu olarak yapılan seçimlerde yenildiklerinde de; bu yenilgiyi kabul etmeyip, seçimleri hile ve baskı ile tekrarlıyorlar.

7 Haziran 2015’de yaşadıkları kısa süreli bir şok dışında, 31 Mart-23 Haziran 2019 yerel seçimlerine kadar, AKP ve Erdoğan muhalefet, partilerinin karşısına hep ‘’milli iradenin temsilcileri’’ sıfatıyla ve duruşuyla çıkıyorlardı. Çünkü millet bir kez oyunu AKP ve Erdoğan’a vermiş, bir anlamda Erdoğan padişahlık mührünü çoktan kapmıştır. Ya da ‘’Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir.’ Artık millet demek, AKP ve Erdoğan demektir. Diğerleri ise, gayri milli güçlerdir. Bu nedenle muhalefetin seçimi kazanması bile, millete karşı işlenmiş bir suç olarak görülüyor. 31 Mart ve 23 Haziran yenilgisi bir ölçüde bu söylemi ve duruşu kırdı. Fakat yeni bir seçim zaferi kazanılırsa, bu söyleme ve duruşa daha güçlü bir biçimde geri döneceklerini kesin olarak söyleyebiliriz.

Kısacası, kurumsallaşmış bir otoriter ve totaliter rejim kurmak isteyen AKP-MHP-Ergenekon bloku, kendi planlarına ortak olmayan ve otoritesine boyun eğmeyen her türlü muhalefeti düşman ve oluşturmak istediği homojen ulus yapısına aykırı duran her türlü siyasal, ideolojik, kültürel, etnik, inançsal ve cinsel farklılığı; ortadan kaldırılması gereken tehdit olarak görmektedir. Kalıcı bir faşist rejim kurmayı amaçlayan bu iktidar blokunun stratejik hedefi; her türlü iç muhalefetin tasfiye edilmesi ve farklılıkların ortadan kaldırılarak homojen bir ulusal-toplumsal yapının oluşturulmasıdır. HDP, Kürtlere ve diğer muhalif güçlere karşı girişilen saldırıları bu temel üzerinden okumayan her yaklaşım yanılmaya mahkumdur. Bu saldırılar, konjonktürel bazı etkenlerle ve güç dengesine bağlı olarak inişli ve çıkışlı bir seyir izlese de, iktidarın yönelimi stratejiktir ve bu faşist rejimin dayatmalarını kabul etmeyen tüm demokrasi güçlerine yöneliktir. Dahası bugünkü siyasal iktidar, durmak bir yana; saldırının temposunu düşürdüğünde bile, kitleler üzerindeki hegemonyasının zayıfladığının farkındadır. Bu nedenle saldırının şiddetini ve boyutunu arttırarak sürdürmek zorundadır.

HDP hem Kürt halkının hem de diğer ezilen toplumsal grupların yasal siyasal zemindeki dinamik muhalefet gücü olduğu için, bir bütün olarak muhalefetten kurtulmak, muhalefetsiz ve seçimsiz bir rejim kurmak isteyen siyasal iktidarın öncelikli hedefi haline gelmektedir. Ayrıca HDP, iktidar açısından ''kolay'' bir hedeftir. Türkiye’nin siyasal ve kültürel atmosferi içinde, HDP’nin Kürt silahlı muhalefetiyle bir şekilde ilişkilendirilip ‘’terörist’’ olarak damgalanması kolaydır.  İktidar işte bu ‘‘zayıf halka’’dan vurarak muhalefeti dağıtmak ve parça parça tasfiye etmek istiyor.

Tüm devlet olanaklarını kullanmasına ve halk muhalefeti üzerinde polis-yargı zoruyla tam bir terör estirmesine rağmen, kitle desteğini büyütemeyen iktidar, bir yandan; dışarda yürüttüğü işgal savaşlarından bir zafer elde ederek, diğer yandan içerde Kürt düşmanlığını körükleyerek kendisine güç katacak şovenist bir dalga oluşturmak, bu güçle, muhalefeti terörle sindirip, parçalamak ve tasfiye etmek istiyor.  Ekonomik ve siyasal kriz ve gelecekle ilgili derinleşen öngörülememezlik; iktidar üzerinde büyük bir basınç oluşturmakta ve onu panikletmektedir. Gün geçtikçe artan oranda gerilim biriktiren iç ve dış sorunlara kalıcı çözümler geliştiremeyen iktidarın kitlesel desteği giderek erimekte ve dış dünyada ona karşıt cephe büyümektedir. Bu koşullar altında yapılacak bir seçimde, iktidarın istediği gibi bir zafer elde etmesi mümkün gözükmemektedir. 

Son dönemde iktidarın daha çok içe yöneldiğini ve içteki konumunu sağlamlaştırmaya odaklandığını gözlemliyoruz. Bunun bir nedeni, dışarda emperyalist emellerle girişilen yayılmacı faaliyet ve savaşların sınırlarına dayanmış olmasıdır. Diğer bir nedeni, iktidarın, içteki konumunu sağlama almadan dışarda kalıcı bir başarı elde edemeyeceğini fark etmiş olmasıdır. Türk devleti, Ortadoğu bölgesinde ABD ve diğer batılı emperyalistlerin hegemonyasının zayıflamasıyla oluşan boşluğu doldurmak için, gücünü aşan hamleler yapmıştır. Bu hamleler bölgedeki devletlerle birlikte, Batılı devletlerin çıkarları ile çatışan bir fay hattı ortaya çıkartmıştır. Libya’dan başlayan, Doğu Akdeniz ve Suriye’den geçen bu hat, Irak ve Güney Kürdistan’a kadar uzanmaktadır. Türk devletinin müdahaleleri ve işgali saldırıları hat boyunca çok geniş ve güçlü bir karşı cephe oluşturmuş ve onu bölgede neredeyse tümüyle yalnızlaştırmıştır. Öte yandan Türkiye ekonomisi toptan bir çöküşün eşiğindedir ve halkın iktidara karşı hoşnutsuzluğu giderek büyümektedir.

İçte ve dışta büyük bir tıkanma yaşayan iktidar, radikal bir atılım yapmadan oluşan tıkanmayı aşamaz ve varlığını sürdüremez. Oluşan bu kritik durum, kaçınılmaz bir biçimde bu iktidarı çok daha tehlikeli maceralara sürükleyecektir. İçte siyasal muhalefet ve halk üzerinde estirilen baskı ve terör dalgası kestirilemeyen bir düzeye çıkabilir. Dışarda da, karşı cephenin güç dengesinin zayıf olduğu alanlarda savaş kaçınılmaz gibi gözüküyor. Libya, Doğu Akdeniz ve Suriye'de güçlü bir karşı cephenin oluşmasıyla, Türk devleti saldırganlığını durdurmak ve kısmen geri çekilmek zorunda kaldı. Keza Haftanin'de ve Güney Kürdistan'ın diğer alanlarında büyük gürültü ve propaganda eşliğinde başlatılan askeri harekat, gerillanın güçlü savunması ve saldırılarıyla durduruldu. Bütün bu alanlarda bir ilerleme sağlaması için iktidarın, daha büyük bir askeri güçle daha kapsamlı saldırılar düzenlemesi gereklidir. Türkiye'nin şu anda tüm bu cephelerde birden taarruza geçecek bir gücü yoktur. Fakat, bu iktidar açısından yenilgiyi kabul etmek anlamına geldiği için, içte ve dışta tutulan mevzilerden geri çekilmesi de olası gözükmüyor. Bu durumda iktidar şöyle bir taktik izleyebilir: Karşı güçlerin üstün olduğu alanlarda taarruzu durdurmak ve pozisyonu korumak, karşı cephenin zayıf olduğu alanlarda ise savaşı tırmandırmak. İktidarın iki zayıf alan tespit edip bu alanlarda saldırıya geçtiğini görüyoruz. İktidar, öncelikli olarak içte durumunu sağlamlaştırmak amacıyla, zayıf halka olarak gördüğü Kürt siyasal muhalefetine, onun üzerinden de tüm muhalefete karşı saldırıya geçmiştir. Ardından dışarda zayıf halka olarak görülen Ermenistan'a karşı, Azerbaycan aracılığıyla savaş açılmıştır. Görülen şu ki, Türkiye Azerbaycan’dan çok daha fazla bu savaşı istemektedir. Zaten, Azerbaycan'ın Türkiye'nin desteği ve teşviki olmadan bu savaşı başlatması mümkün değildir. Türk hükümetinin savaşı kışkırtan açıklamaları, içerde estirilen şovenist rüzgar ve Türk askerinin direk olarak savaşa katılması, Türkiye'nin Azerbaycan'ın kazanacağı bir kolay zaferi kendisine mal etmeye çalışacağını gösteriyor. Böylece iktidar, finansmanı Azerbaycan tarafından yapılan masrafsız bir zafer kazanacaktır. Bu zafer, bir yandan, içerde ihtiyaç duyulan şovenist yükselişi sağlayıp iktidarın kitle desteğini arttıracaktır, diğer yandan Azerbaycan'ı fazlasıyla Türkiye'ye bağımlı hale getirecek ve Türkiye'nin Azerbaycan’ın petrol yataklarından yararlanmasının yolunu açabilecektir. Dahası bu savaş Azerbaycan’ın Türkiye tarafından yutulması sürecini hızlandıracaktır. Kısacası Aliyev belki Karabağ'ı Ermenilerden geri alacaktır, ancak büyük bir olasılıkla Azerbaycan'ı da Erdoğan'a kaptıracaktır.

Dikkat edilirse Türkiye'nin etrafında oluşan fay hattında, bir yerde sıcak çatışma ve gerilim bittiğinde diğer yerde başlamaktadır. Bu durum faşist rejimin gerilim ve savaş politikasını süreklileştirdiğini gösteriyor. Ancak rejim, tüm cephelerde ve topyekun tarzda bir savaş yürütememektedir. Dikkat çekici diğer bir nokta, hırsla yapılan hamleler ve yürütülen savaşlarla belli alanlar tutulmasına rağmen, bugüne kadar kalıcı bir kazanım elde edilememiştir.

Faşist blokun dışarda yürüttüğü savaşları, sadece içte kullanabileceği bir zafer ihtiyacı ile temellendirmek kesinlikle eksik bir yaklaşım olacaktır. Türkiye tam bir ekonomik çöküş yaşıyor. Faşist blok, hem bu çöküşten kurtulmak hem de önüne koyduğu stratejik hedeflere ulaşmak için, büyük bir mali kaynağa ihtiyaç duyuyor. Bu kaynak şu ana kadar dış kredilerle sağlanamamıştır. Üstelik dış kredilerin sorunu çözmek bir yana, daha da ağırlaştıracağı da görülüyor. Bu ekonomik durum, faşist bloku, militarizme ve büyük ganimet elde edebileceği savaşlara yöneltiyor. Özellikle büyük enerji kaynaklarına ulaşmak ve bu kaynaklara el koymak, bu iktidar için acil bir ihtiyaçtır. Libya'da bu hedefine çok yaklaşmışken önü kesildi. Suriye'deki petrol yatakları çok büyük olmasa da; Trump'ın teşvikiyle o alanlara bir hamle yapıldı, ancak orda da durduruldu. Doğu Akdeniz'deki hırslı ve saldırgan çabalardan şu ana kadar çok somut bir sonuç alınamadı. Hatta geri adım atmak zorunda kalındı. Karadeniz’deki doğal gaz şimdilik bir hikayeden ibarettir. Açık olan tek kapı Azerbaycan kapısıdır.  İki devlet şu anda Ermenistan'a karşı ortak bir savaş yürütüyor. Unutmayalım ki, her siyasi ve askeri antlaşma ve ittifakın genellikle bir ekonomik boyutu vardır. Azerbaycan Türkiye ittifakının da elbette ekonomik bir boyutu vardır. Yaşadığı ekonomik kriz dikkate alındığında, Türkiye'nin bu ittifak ilişkisini hangi yönde kullanacağını tespit etmek çok zor değildir.

 

---------------

[1 ] https://t24.com.tr/haber/erdogan-aciklama-yapiyor,896997