Cuma, Mart 29, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Archiv

Bir algı operasyonu ve Kürdistan'da soyalist/devrimci hareketin rolü-1

Bir algı operasyonu ve Kürdistan'da soyalist/devrimci hareketin rolü-1

 

Ahmet Aydın

23. 01. 2017

'Kurdistan-post.eu' adlı internet sitesinde, Roşan Lezgin imzasıyla 'İdeolojik Kişilik Davranışları' başlıklı bir yazı yayınlandı.1 06- 01- 2017 tarihinde yayınlanan bu yazının dayanak noktası; İsmail Beşikçi'nin 2014 yılında yayınlanmış bir yazısında yeralan bir dipnottur.2 İsmail Beşikçi sözkonusu bu yazısında 'Şeyh Ahmet’den söz ederken bir anımı anlatmak gereğini hissettim' diyerek, 1979-80 yılları arasında İstanbul Toptaşı Cezaevinde geçtiğini belirttiği bir anısını aktarıyor ve aslında konu ile pek bir alakası yokken lafı dönderip dolaştırıp Tekoşin ve Dersim'e getiriyor. Roşan Lezgin'in aktardığı biçimiyle; İsmail Beşikçi'nin bu anısını içeren dipnotun konuyla ilgili bölümü şöyle:

"… 1979 yılı sonlarından Eylül 1980 başlarına kadar İstanbul’da Toptaşı Cezaevi’ndeydim. Bu, Cezaevlerinde, devrimcilerin egemen olduğu bir dönemdi...

Tekoşin Ali...Saf, temiz milli duyguları olan bir arkadaştı. Tekoşin siyasetindendi. Kızkardeşi de Dev-Sol’cuydu...

Bu konuda, Kürdlerdeki bir çarpıklıktan da söz etmek gerekir. Tekoşin Ali’nin kız kardeşi resim öğretmeniydi. Ziyaretlerinde, Dev-Sol’a hem para yardımı yapıyor, hem de yiyecek vs. getiriyordu. Aslında, paraya da yardıma da Tekoşin Ali’nin ihtiyacı vardı. Ama Tekoşin Ali’ye yardım da yapmıyordu, ziyaret de yapmıyordu. Halbuki, Dev-Sol’un olanakları bu konuda daha genişti. Sömürge ilişkileri, Kürd toplumunu, insan ilişkilerini böyle çarpıtıyor. Aslında, Kürdistan’ın, sömürge bile olmadığını vurgulamakta yarar var."

İsmail Beşikçi'nin anısını okuyan Roşan Lezgin'in yüreğinin acıyla dağlandığına eminiz. Ancak Beşikçi'nin yazısı 2014 yılında yayınlandığı halde, nedense Roşan Lezgin acısını ancak 2017 yılında yazıya dökebilmiş. Belli ki; o, yazmak için 'ilham perileri'nin gelmesini beklemiş.

O, Beşikçi'nin acıklı hikayesini daha da dramatize ediyor. Etmek zorunda çünkü, sosyalist/devrimci hareketler konusunda öylesine bir olumsuz yargı taşıyor ki, bu olumsuz yargıyı temellendirecek derecede büyük bir 'kötülük' ve 'tehlike' örneği oluşturmak zorundadır. Bu nedenle varlığı ve yokluğu bile kesin olarak belli olmayan bir ilişkiyi abartarak adeta 'canavarlık' boyutuna taşıyor ve bunun üzerinden, devrimci hareketlere çok ağır suçlamalarda buluyor.

Roşan Lezgin yazısının başlarında "...ideoloji'lerin zehirleyerek oluşturdukları "ideolojik kişilik"lerin ne kadar tehlikeli oldukları'' yönündeki kanatini dile getiriyor. Ondan sonra geriye kalıyor iş, bu yargısını somutlaştıracağı bir örnek bulmaya. ''İsmail Beşikçi Hoca'nın yukarıda anlattığı örnekteki davranışın benzerlerine yaşam içinde her gün bizzat rastlıyorum diyebilirim. Aslında her kes bunu gözlemleyebilir'' diyor ancak; iddialarına, güncel yaşamda 'her gün bizzat' karşılaştığı olaylardan tek bir örnek vermiyor, aksine 35 yıl öncesinde yaşanan bir anıya dayanıyor.

Beşikçi'nin anısında geçen kızkardeş hikayesi ile ilgili şunları yazıyor Roşan Lezgin:

''Görüldüğü gibi öğretmen hanım, sempatizanı/taraftarı olduğu örgütü kardeşine tercih ediyor. Aynı anne babadan olan, aynı annenin karnında oluşmuş ve dünyaya gelmiş, aynı memelerden süt emmiş, aynı evde büyümüş, aynı ekmeği bölüşmüş, aynı kaptan beslenmiş, kanından, canından olan ve en önemlisi muhtaç durumda olan, yardıma ihtiyacı olan cezaevindeki kardeşine herhangi bir ilgi duymuyor. Aynı cezaevine uğradığı halde, kardeşini ziyaret etmiyor, sormuyor, herhangi bir yiyecek veya para yardımında da bulunmuyor.

...Cezaevinde bulunan sempatizanı/taraftarı olduğu örgüt üyelerini ziyaret edebiliyor, onlara yiyecek götürüyor, para yardımında bulunuyor. Ama öz kardeşini yok sayıyor, belki de "düşman" olarak görüyordur. Büyük ihtimalle, gözünün önünde kardeşi hakarete uğrasa, örneğin dövülse, işkence görse, ya da hastalansa, belki ölse bile, yine aynı şekilde kardeşine ilgisiz kalacaktır.''

Roşan Lezgin, ''belki''lerle abartıp büyüttüğü hikayenin ardından, iktidarın sosyalist /devrimci hareketlere karşı on yıllardır sürdürdüğü ideolojik ve psikolojik saldırılarda kullandığı dile benzer bir söylem kullanarak, peşi sıra ağır suçlamalar yöneltiyor. Art arda öylesine ağır tespitler yapıyor ki, insan 'bir dipnottan böyelsine sonuçlar çıkaran bir adam, kitaplar okusa neler üretir' diye kendisine sormadan edemiyor.

''Kardeşini cezaevinde ziyaret etmeyen ve ona para göndermeyen zalim solcu kız'' profili yartıldıktan sonra, Roşan Lezgin şu mühim tespitlerini yazıyor:

''Sıradan birey, İdeolojik kapsam alanına girince masumiyetini yitirmekle kalmıyor, çok önemli insani duygularını, örneğin akrabalık, merhamet, vefa ve şükran duygularını da yitiriyor. Yine, İdeolojik saplantının dozajına göre, birey, milli duygularını da yitirebiliyor, böylece örgütünü/ideolojisini milleti/milliyeti yerine ikame edebiliyor.''

Devam ediyor;

''Örgütlenmiş ideolojiler ve şekillendirdikleri "ideolojik kişilik", insana, tabiata, canlıların yaşam hakkına, farklı düşüncelere, düşünce beyanlarına saygı gösterme meziyetini de yitiriyor. Dolayısıyla şu an Kürt toplumunda insani ilişkileri zehirleyen, milli duygularda bütünleşmeyi engelleyen, Kürt milletinin ödediği bedelleri heba eden en önemli hastalığın ideolojik kişilikten kaynaklanan davranışlar ve bu yöndeki faaliyetler olduğunu düşünüyorum.''

Bu zatın 'Kürt milletinin ödediği bedeller' dediği, aslında büyük ölçüde Kürdistanlı sosyalistlerin, devrimcilerin canıdır. Bu devrimciler, Kürt ağa ve şeyhlerinin çoğunun milli kimliklerini bir kenara bırakıp düzen partileri içinde örgütlendiği ve düzenin nimetlerinden nemalandığı; halkın da kendi kimliğine sahip çıkma bilinci ve iradesinin yeterli olmadığı bir dönemde, 1960'lı yıllardan başlayarak Kürt halkının kimliği ve doğal hakları için günümüze kadar süren, ölümüne bir mücadele başlattılar. Şimdi bu kişilik çıkıp bu mücadele veren insanları adeta Kürtlüğün düşmanı ilan ediyor. Bu çabanın ahlaki ve insani bir yanı var mıdır?

Doğrusu merak ediyoruz, bugün sol-sosyalist-yurtsever örgütler hakkında, Türk develtinin bir yetkilisi konuşsa; Roşan Lezgin'in bu söylediklerinde farklı ne söyleyebilirdi?

Konunun ayrınıtılarına girmeden, bariz olarak görülen yanlış beyanaları ve yapılan çarpıtmaları açıklamamız gerekiyor:

Birincisi, İsmail Beşikçi anlatımlarında 'Tekoşin Ali''nin Dersimli olduğunu, Annesinin öğretmen olduğunu ancak kendisinin okuma yazma bilmediğini, Türkçesinin kıt olduğunu ve 'Bar fedailiği' yaptığını belirtiyor. İlk açıklamada, bu şahsın 'Tekoşin siyasetinden' yani Tekoşin örgütünden olduğunu söylüyor. Sonradan yaptığı açıklamada 'Tekoşin Ali bir sempatizan olabilir' diyor.

Bizim açımızdan anlatılan bu şahsın özellikleriyle uğraşmanın bir faydası yoktur. Yaptığımız araştırmalar sonucunda ortaya çıkan durum şudur: İsmail Beşikçi'nin belirttiği isimde bir Tekoşinci yoktur. Hatta, halk arasındaki ilişkilerde bu profilde bir Dersimliye tesadüf edilmemiştir. Verilen tarihte Toptaşı cezaevinde Tekoşin'le ilgili bir kişi de yatmamıştır. 1978 yılı ortalarında oluşmaya başlayan Tekoşin örgütüyle ilgili, 1980 öncesinde İstanbul'da açılmış bir dava da yoktur. Çok açık ki, ortada bir yanlışlık vardır. Dolayısıyla hem İsmail Beşikçi'nin hem de Roşan Lezgin'in analizleri boşa düşmüştür.

İstanbul'da Tekoşin örgütü ile ilgili açılmış tek bir dava vardır. Bu dava 12 Eylül darbesinden sonra, “Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesi''nde 1981 yılı içinde açılmış 11 sanıklı bir davadır. Bu dava 1982 yılında sonuçlanmış, yargılanlardan iki kişi idam cezasına çarptırılmış, diğer bir kısımı çeşitli mahkumiyet cezaları almış ve bir kısımı da beraat etmiştir. Bu dava dışında İstanbul'da Tekoşin örgütüyle ilgili bir dava yoktur.

İsmail Beşikçi'nin bahsettiği kişi, kendisini siyasi olarak tanıtan adli bir tutuklu olabilir. Çünkü Beşikçi, cezaevinde yatan adli tutuklulardan bahsediyor. Bu şahsın Tekoşin çevresinden tanıdığı kişiler de olabilir. Ya da Tekoşin'le hiç bir ilişkisi olmadığı halde, sırf duyumlarından hareketle bu örgütün ismini kullanmış olabilir. Beşikçi'nin anlatımlarında, bu kişinin kendi ağzından 'Ben Tekoşinciyim' tarzında bir beyanına da rastlanmıyor. Daha çok dinleyici bir konumda olduğu söyleniyor. Yani 'Tekoşin siyasetindendi' belirlemesi İsmail Beşikçi'nin kendi yorumu olabilir.

İsmail Beşikçi'nin anlatımlarında anlaşılmayan bir nokta vardır. O, kendisiyle birlikte tutuklu olan insanların ne söylediğini, nasıl davrandığın ve hatta aile ilişkilerini detaylı olarak analtırken, nedense tek bir tutuklunun ismini bile tam olarak vermemektedir. Cezaevlerinde insanlar gerçek isimlerini gizlemez; zaten gizlemeleri de mümkün olmaz. Beşikçi sadece, 'Tekoşin Ali' ismini verimiş, o da örgüt adıyla tanımlanmıştır. Halbuki, , gerçekten az çok siyasi bir birikimi olan hiç bir devrimci, kendi örgüt ismini özel ismiyle yan yana getirecek bir lakapı kabul etmez.

İsmail Beşikçi bahsedilen şahsın bir kız kardeşi olduğunu söylüyor, ancak kendisi bu bayanı görmüş müdür? Sanımıyoruz. Beşikçi böyle bir bayanın olduğundan emin midir? Bunu da bilmiyoruz. İlk analtımında saki bu bayanı görmüş gibi bir izlenim verse de; sonradan aktardıkları daha çok bahsedilen şahsın anlatımlarına dayanarak konuştuğunu gösteriyor. Beşikçi'nin şu ifadelerde olduğu gibi: 'Annesinin öğretmen olduğunu, kız kardeşiyle anaları bir, babaları ayrı olduğunu söylerdi. Anasının ilk evliliğinden olmuş.'

Bütün bunları bir yana bırakalım farz edelim ki, 'Tekoşin Ali' diye bir Tekoşinci ve onun da Beşikçi'nin anlattığı tarzda davranan bir kızkardeşi vardır. Bu durumdan hareketle, Beşikçi'nin yaptığı ''Sömürge ilişkileri, Kürd toplumunu, insan ilişkilerini böyle çarpıtıyor'' tespitine ulaşılabilir mi? Beşikçi sosyologdur. Tekil bir örnekten hareketle toplumla ilgili ya da toplumun bir kesimi ile ilgili genelleme ve çıkarsamalarda bulunulamayacağını mutlaka biliyordur. Dahası elde edilen verilerinin de güvenilirliğinin teyit edilmesi gerekirdi. Çünkü söylenenler tümden bir kişinin tek yanlı ve hatta yanlış beyanları da olabilir. Ya da, var olsa bile; böylesi bir ilişki tamamen özel ve istisnai bir durumun sonucu da olabilir. Tamamen bir olasılık olarak belirtiyoruz, örneğin; Ali denilen şahıs tecavüz veya uyuşturucu satıcılığı gibi yüz kızartıcı bir suçtan içeri düşmüş ve kızkardeşi de bu nedenle bu şahsa tavır almış olabilir.

İkincisi, somut ve güvenilir veriler olmadan, sadece bir insanın 35 yıl sonra anlattığı anısında yer alan 'iki kardeş' ilşkisinden hareketle, en başta Tekoşin geleneği ve Tekoşincilerin aileleri hakında; ama aynı zamanda genel olarak sosyalist/devrimci hareket ve devrimci tutsakların aileleri hakkında; haksız ve yanlış bir algı oluştutuluyor. Öyle bir algı oluşturuluyor ki; sanki devrimcilerin aileleri; devletin etkisi veya ideolojik farklılıklardan kanaklı düşmanlıklar içinde dağılmış; kardeş kardeşi, evlat ve anne-baba birbirini tanımaz hale gelmiştir. Özellikle Roşan Lezgin'in yazısının ana mesajı budur. Yakından bildiğimiz, Tekoşin geleneği ve bu gelenek içinde bulunmuş devrimcilerin ailelerinin, bu tür bir algı operasyonu ile karalanmalarına seyirci kalamak vicdansızlık olurdu. Aynı durum diğer devrimcilerin aileleri için de geçerlidir. Çünkü bu aileleri de, 12 Eylül sonrasında Selimiye, Alemdağ, Sağmalcılar askeri cezaevleri ve Antep, Eskişehir ve Ermenek cezaevlerinin önünde gördük, tanıdık. Bu ailelerin, ideolojik farklılıkları bir yana bırakalım, kar-kış, tehdit, hakaret ve dayak dinlemeden evlatlarını nasıl sahiplendiklerini gördük.

Özellikle 12 Eylül darbesi sonarsında, devrimci tutsakların en büyük destekçisi aileleri olmuştur. Aile dayanışması olmasaydı, devrimcilerin faşizme karşı direnmeleri belki de mümkün olamazdı. Çünkü örgütler büyük oranda dağıtılmıştı, aileler hem maddi hem de manevi açıdan çocuklarını desteklediler. Bu nedenledir ki, devrimci tutsakların aileleri, en az içerdeki çocukları kadar dışarda zulme uğradılar. Şimdi yıllar sonra askeri rejimin bu insanlara yaptığı zulüme; kendisine aydın, yazar diyenlerin zulmü ekleniyor.

Üçüncüsü; İsmail Beşikçi bir sosyolog olmasına rağmen, sosyalist/devrimci hareketin Kürdistan toplumu üzerindeki etkilerini doğru okumamaktadır. Ya da bu konuda özensiz ve toptancı genellemeler yapmaktadır. Roşan Lezgin ise, ideoloji konusunda bilinçli olarak bir çarpıtma ve manipülasyon yapmaktadır. Bu çarpıtma ve manipülasyon, sadece Tekoşin örgütünün ideolojisi hakkında değil, bir bütün olarak 'sol-seküler' olarak tanımlanan örgütlerin ideolojisi hakkında da yapılıyor.

Çok büyük bir ihtimalle Roşan Lezgin, Tekoşin örgütünün tek bir yayınını bile okumamış ve tek bir üyesiyle bile tanışmamıştır. Üstelik, bugün farklı yerlerde siyasal mücadele yürüten Tekoşin geleneğinden gelen insanlar ve çevreler olmakla birlikte, Tekoşin örgütü nerdeyse 20 yıl önce faaliyetlerini sona erdirmiş. Buna rağmen, Roşan Lezgin 2 yıl önce yayınlanmış bir yazıyı referans alarak, Tekoşin geleneğini gündeme taşımıştır. Bu elbette düşündürücü diğer bir noktadır.

Bu bölümü kapatırken, İsmail Beşikçi konusunda söylememiz gereken bir şey daha vardır. Hiç kuşkusuz İsmail Beşikçi'nin Kürdistan toplumu ve sorunu ile ilgili değerli çalışmaları vardır. Ancak, özellikle son beş yıllık çalışmalarına baktığımızda; bugünkü İsmail Beşikçi'nin 'Bilim Yöntemi' kitabını yazan İsmail Beçikçi'den bir hayli uzaklaştığını görüyoruz. Bugün karşımızda duran Beşikçi sosyolog değil, daha çok KDP çizgisine yakın duran bir aydın konumundadır.

 

Kardeş kavgası sorunu Kürdistan'a dışardan mı ithal edildi?

İsamil Beşikçi özellikle de Roşan Lezgin sanki aile içi çatışmalar, kardeş kavgası gibi sorunlar daha önce Kürdistan'da hiç yaşanmamış, dış etkiler sonucu sonradan oluşmuş gibi bir izlenim yaratıyorlar. Dış etki elbette gözardı edilemez; ancak, tüm toplumlarda olduğu gibi, Kürdistan toplumunun bünyesinde bu sorunlar yaşanıyordu.

Günümüzün gelişmiş kapitalist toplumlarında aile bağları oldukça zayftır. Aynı şehirde oturup birbirini yıllarca hatta hiç görmeyen aile bireyleri vardır. Kan bağının tek başına aile bireyleri arasındaki yabancılaşmayı, çelişki ve kavgaları önlemeye yetmediğini; sadece kapitalist toplunun günümüzdeki işleyişi değil, tarihsel örnekler de bize fazlasıyla anlatıyor. Feodal toplum aşamasında Kürdistan'da bu tür çatışmalı ilişkilere daha fazla rastlanıyordu. Bu ilşkilerin sürmesinde ya da şiddetlenmesinde sömürgeci politikaların mutlaka etksi vardır; ancak, her sorunun kaynağını götürüp sömürgecilere bağlamanın tutarlı bir yanı yoktur. Kürdistan'da çok basit sebeplerden kardeşler, akrabalar arasında kan davaları yaşandığını biliyoruz. Dahası 'namus meslesi' nedeniyle aile meclislerinin kız çocukları hakkında aldıkları idam kararlarını ve bunu uygulayan kardeşlerin bulunduğunu da biliyoruz. Şimdi bu sorunların esas toplumsal kaynaklarını tespit etmeden, dış ilşkilerle ya da Roşan Lezgin'in yaptığı gibi 'ideolojik kişilik'le açıklayıp işi geçiştirmek; Kürt halkına hizmet olarak görülüyorsa, bu büyük bir aldatmadır. Bu tarz, aksine Kürt halkının hep bu durumda kalmasına hizmet eder.

Kürt yazar Aso Zagrosi'nin Kürt toplumundaki iç çatışma ve kardeş kavgaları ile ilgili yazısında, konu ile ilgili objektif tespitler yer alıyor. Şöyle diyor Aso Zagrosi:

''Kürdistan’da yaşanan iç kavga ve iç savaşlara değinmek gerekirse yüzlerce ciltlik eserler yazmak gerekecek. Bir de Kürd bireylerinin ve Kürd aşiretlerinin çatışması eklenirse Kürd trajedisinin boyutları daha da vahim bir şekilde gözler önüne serilir. Kürd DENBÊJLERÎNÎN kan davaları söyledikleri STRANLARIN sayısı bile bilinmez...''

Bu ilşkilerin sadece sömürgeci egemenlik altında varolduğunu söylemek de doğru değildir.

Kürt beyliklerinin azçok bağımsızlaştıkları süreçlerde de bu çatışmalar yaşanmıştır. Örneğin:

''Hezbanilerde de farklı bir durum yoktu. O kadar örnek var ki hepsini aktarırsam kitap yazmam lazım. Xalid Paşa’nın 5 oğlu Suleyman, Ahmed, Muhammed, Mahmud ve Omer, tam 37 yıl boyunca (1746-1783) birbirlerine karşı iktidar savaşını yürütüyorlar.. Bu süreç boyunca kardeşlerin her biri bir çok defa İran ile Osmanlı devleti arasında saf değiştiriyorlar. ''3

Demek ki, kardeş kavgası Kürdistan'a dışardan ithal edilmiş sosyal bir sorun değildir. Üstelik geleneksel ilişkiler içinde yaşanmış kardeş kavgalarının yanında, Beşikçi'nin anılarında geçen kardeşler ilişkisinin lafı bile olmaz.

Politik-ideolojik mücadeleler her zaman tolumda bir gerilime yol açar. Bu anlamda Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinin kitle tabanında böylesi gerilimler yaşanmıştır. Fakat, istisnai bazı olaylar dışında; bu gerilimlerin adeta 'aile içi çatışmalara yol açtığı' iddiası gerçek dışıdır. Aksini iddia eden bu konudaki istatistiki verileri ortaya koymak zorundadır.

Tam aksine, aile ve aşiret ilişkileri noktasında, devrimci hareketin Kürdistan toplumunu ilerletici etkisi olduğunu düşünüyoruz. Geleneksel ilşkilerde, kan bağı olan insanlar yanlış-doğru, haklı-haksız ayrımı yapmadan karşı taraf karşısında kendi tarafını tutmak zorundaydı. Devrimci hareket, bu davranış biçimini önemli bir biçimde değiştirmiştir. İnsanlar, aralarında kan bağı da olsa, yanlış yapan ve suç işleyen kişiye karşı tavır alma özelliğini kazanmışlardır.

Diğer yandan, devrimci hareketin gelişmesiyle; aşiretsel-ailesel bölünmüşlük ve kavgalar nedeniyle biraraya gelmeleri neredeyse imkansız olan gençler, toplumun tümünü kapsayan sorunlar ve amaçlar temelinde bir araya gelmişlerdir. Bu siyasal mücadele sürecinde; Kürt toplumu sadece aile ve aşiret çerçevesinde sorunlara yaklaşma darlığından önemli ölçüde kurtulup, sosyal ve ulusal çerşevede yaklaşım perspektifi kazanmıştır. Büyük bir nüfusa ve aşiretsel bir yapıya sahip olan Kuzey Kürdistan toplumunda, geleneksel değerlerle radikal temelde hesaplaşan böylesi bir hareket olmasaydı, tüm halk kesimlerini kucaklayan güçlü bir ulusal hareketin oluşturulması çok zor olurdu.

Devrimci hareket kadını siyasal ve sosyal mücadelelerin içine çekerek, kadın erkek ilişkileri noktasında da egemen olan geleneksel tutuculuğun ve darlığın aşılmasında önemli bir rol oynamıştır. Tıpkı bugün Rojava'da yaşandığı gibi. Bütün bu değişimler aslında aileyi ve toplumu daha özgür ve daha demokratik ilşkiler üzerinden daha sağlam bir biçimde birbirine bağlamıştır.

 

Resmi ideolojinin 'ideolojik kişiliği'

Roşan Lezgin aslında her şeyi söylemiş ancak bir şeyi eksik bırakmış: Bu suçlamalara bakılırsa; Kürt halkına en büyük kötülüğü yapan aslında, Türk devleti ve Türk-İslam ideolosine sahip bugünkü Erdoğan-AKP iktidarı değil de; 'seküler sol' nitelikli bu 'ideolojik örgütler'dir. Roşan Lezgin, bir 'düşman' daha doğrusu bir 'şeytan' yaratmış. (Doğrusu o yaratmamış, o sadece birilerinden alıp kullanmış)Bu şeytanın adı 'ideolojik kişilik'tir. Aslında burada bahsedilen sol-sosyalist yapılarda yer alan insanlardır. Araya 'siyasal İslamcı sapkın gruplar' sokulmuşsa da bu ifade, ''gerçek İslam''la ilgisi olmadığı söylenen; rekabet halinde olunan 'FETÖ' veya bugünlerde artık iktidar tarafından açıkça 'terörist' olarak ilan edilen IŞİD gibi az sayıdaki yapıyı kapsıyor.

Roşan Lezgin, görüşlerini paylaştığı klavuzu Ahmet Gürbüz'ün 'ideolojik kişilik'le ilgili şu yargısını aktarıyor: ''İdeolojik kişiliğin en önemli ruhsal karakteristik özelliklerinden bir tanesi, onun başka bir ideolojiyi savunan kimseleri düşman olarak görmesidir." İye de, bu zatların yaptığı tüm 'seküler sol' ideolojileri savunanları düşmanlaştırma ve şeytanlaştırma değil de nedir? Üstelik bugünkü iktidar tıpkı bu zatların yaptığı gibi; bu kesimleri 'terörist, hain, Zerdüşt, ateist' diye düşmanlaştırıp saldırmıyor mu?

Aslında burada; hem Roşan Lezgin hem de onun klavuzu Porf ünvanlı Ahmet Gürbüz, bugüne kadar neredeyse bütün burjuva ideologlarının yaptığı sahtekarlığı yapıyorlar. Onlar, egemen burjuva sınıflarının ve onların egemenlik aygıtı olan devletin; bir resmi ideolojiye sahip olduğu ve aslında bu resmi ideolojinin kendisi dışındaki ideolojileri düşman gören egemen güç olduğu gerçeğini gizliyorlar. Mesela milliyetçilik aslında bir burjuva ideolojisidir. Türk milliyetçileri bu ideolojiyi 'milli mefkure' ya da ''milli ülkü'' olarak ifade ederler, Roşan Lezgin ise 'milli duygu' olarak. Fakat devlete ve Roşan Lezgin gibilere sorarsanız bu fikirler ideoloji değildir. Gerçekte ideolojisiz devlet, toplumsal ve etnik bir hareket olmaz. Louis Altuhsserin ifadesiyle: ''İdeoloji aracılığıyla, ideolojinin ideolojik karakterinin fiilî yadsıması ideolojinin etkilerindendir: İdeoloji hiçbir zaman: "Ben ideolojik’im" demez.'..İdeolojinin içinde bulunmak suçlamasının, hiçbir zaman suçlamayı yapan değil, fakat hep başkaları için geçerli olduğu pek iyi bilinir...'5 Roşan Lezgin belki farkında değildir ancak, başka bir ideolojiyi eleştirdiği anda aslında ideolojik alana girmiş bulunuyor.

İktidar sahiplerine göre devlet 'toplumsal hakikati ve meşruiyeti temsil eden tek güç'tür. Bu güce muhalif olarak ortaya çıkan görüşler, fikirler kısaca ideolojiler ''gayri meşru ve hakikat dışı, yıkıcı, toplumda anarşi oluşturmaya çalışan sapkın'' görüşlerdir. Yani aslında başka ideolojileri düşmanlaştırmanın kaynağı bizzatihi devlettir. Egemen güçlerin tarih boyunca gözlemlenmiş bu yaklaşımını; şu ya da bu ölçüde muhalafet bayrağı altında takilt eden güçler elbette olmuştur. Dahası iktidarın ideolojik ve siyasi etkilerinden ve toplumun gerici değerlerinden azade, pir u pak bir muhalefet hareketi olmamıştır. Muhalefeti gerçek bir muhalefet yapan; kurulu düzenin değerleriden kopuşu ve alternatif değerleri üretme çabasını süreklileştirmesidir.

Türkiye ve Kürdistan sosyalist /devrimci hareketinin tarhini ve pratiğini idealize etme niyetinde değiliz. Sadece içinden doğduğu toplumun etkilerini üzerinde taşıdığı için; ya da iktidarın müdahalelerinin etkisiyle değil, sahip olduğu ideoloji ve örgütsel yapı nedeniyle; devrimci hareketin hataları, yanlışları olmuş, doğmatizm ve pratikte ideolojinin ve şiddetin fetişleştirilmesi yaşanmıştır. Bunu inkar etmiyoruz. İşin ilginç tarafı, devrimci hareketin bütün bu geri yanlarıyla en çok mücadele eden ve geri yanlardan en çok zarar gören de Tekoşin geleneği olmuştur.

 

AKP iktidarının yeni ideolojik konsepti ve Roşan Lezgin'in söylemi

Geçmişte, özellikle 12 Eylül Darbesi döneminde; sosyalist/devrimci örgütler için kullanılan genel ifadelerden birisi 'ideolojik örgütler' 6 tanımlamasıydı. Bu dönemde 'vatan millet düşmanı ideolojik örgütler tarfından beyni yıkanan gençler' söylemi çokça tekrar edilirdi. O günlerde, gençlerin bu örgütlerden uzak tutulması için, siyasetin gençler için kötü bir şey olduğu anlatılırdı. Çünkü, siyaset işini 'devlet büyükleri' yapardı. 'İdeolojik örgütler gençleri kandırıp kendi emellerine alet ediyor, milli ve manevi değerlerinden koparıp; vatan ve millet düşmanı' yapıyorlardı. Bu nedenle öğrencilerin dernek kurmalarına 1986 yılına kadar fiilen engel olundu. Böylece gençler 'kötü ideolojilerden' korunuyorlardı. Onun yerine, milliyetçi grupların, dini cemat ve tarikatların palazlanmasına ve gençliği örgütlemesine destek olundu. Türk-İslam ideolojisi işte bu dönemde sosyalis ideoloji karşısında yaygınlaşmaya başladı.

Erdoğan-AKP iktidarı çevreleri bir zamandır; siyasal İslamcı terör hareketleriyle sol-sosyalist-yurtsever grupları aynı kefeye koyan bir söylem kullanıyorlar. Bilindiği gibi; AKP iktidarı çevreleri 10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Garı'nda sol-sosyalist-demokrat çevrelere karşı düzenlenen katliamın; IŞİD, PKK, YPG ortaklığıyla yapıldığını ileri sürmüş ve bu saldırıyı 'kokteyl terör' olarak nitelendirmişlerdi. Anlaşıldığı kadarıyla, IŞİD benzeri siyasal İslamcı terör örgütleri ile giderek derinleşen çelişkiler, AKP iktidarını bu örgütlere karşı; sadece askeri ve politik olarak değil; ideolojik olarak da bir savunma hattı oluşturmaya zorlamıştır. AKP iktidarının inanç bakımından kendisine hayli yakın olan bu gruplarla dinsel argümanlarla karşı koyması zordur. Hatta böylesi bir çaba AKP'nin dindar tabanı arasında ters tepebilir. Dolayısıyla siyasal İslamcı gruplarla mücadeleyi ideolojik boyuta kaydırma, AKP iktidarının kendi kendisini teşhir etme tehlikesinden korumaktadır.

AKP iktidarının yeni ideoloji hattı, şimdilik iki ideolojik dayanak üzerinden yükselmektedir:

Birincisi, bu örgütlerin 'gerçek İslam'la ilgilerinin olmadığı, İslamı ideolojikleştirdikleri ileri sürülmektedir. Bu anlamda, bu örgütleri 'ideolojik örgütler' kavramı ile tarif etmek; bu kavramın Batı kaynaklı olması itibariyle, amaca çok uygun bir tercihtir.

İkincisi, bu örgütlerin de tıpkı 'Laikçi, seküler sol' örgütler gibi; 'Batılı emperyalistler tarafından üretilip İslam dünyasına ihraç etdilen ideolojilere' dayanadıkları iddia edilmektedir.7 Böylece genel bir 'ideoloji' kavramı üzerinden, dinci terör örgütleriyle diğer tüm muhalif güçler özdeşletirilmektedir. Bu da, iktidar açısından 'bir taşla iki kuş vurmak' anlamına geliyor. Anlaşıldığı kadarıyla AKP iktidarı, silahlı ya da silahsız çatıştığı tüm kesimleri dış güçlerin yarattığı 'ideolojik örgütler' ya da 'terör örgütleri' olarak nitelendirerek, „kokteyl“ bir düşman cephesi oluşturmaya çalışıyor.

AKP iktidarının muhalif güçlere karşı mücadele politikası çerçevesinde oluşturmaya çalıştığı bu yeni ideolojik konsept üzerinde bir zamandır; özellikle 'akademik' çeverler arasında bir hazırlık yapıldığı anlaşılıyor. İktdara yakın olan 'akademisyen' H. Şule Albayrak'ın yakın zamanda yayınlanan ''Laikçi misyonerler ile DEAŞ'çı vaizlerin benzerliği üzerine''8 başlıklı yazısı bu konuda bize bir fikir vermektedir. Roşan Lezgin'in referans olarak aldığı Prof ünvanlı Ahmet Gürbüz'ün ''İdeoloji/İdeolojik Kişilik Olgusunun Olumsuzluğu Üzerine'' başlıklı yazısı da; aynı ideolojik yaklaşımı sergilemektedir. Roşan Lezgin, 'siyasal dinci''lerin 'seküler sol' kesimlerden ''çok daha katı ve acımasız'' olduğunu söyelese de, benzer şekilde; temelde bu iki kesimi 'ideolojik örgüt' kavramı üzerinden aynılaştırmaktadır.

Prof ünvanlı Ahmet Gürbüz'ün yazısında yeni konsepte uygun bir söylem dikkat çekiyor. O diyor ki; ''Bu nedenle tüm ideolojilerin açık ya da gizil olarak “katil ruhlu, fetihçi, kan kokar” özellikte oldukları söylenebilir.'' 9

İdeolojilerin niteliğine bakmadan 'tüm ideolojiler'i aynı kefeye koymak ve olumsuzlamak tam bir cehalet göstergesidir. Mesela, başka ülkeleri işgal etmeyi ve başka halkları egemenlik altına almayı meşru gören sömürgeci, şoven ideolojiler, bir de bunların karşısında boyunduruk altındaki halkların bağımsızlığını hedefleyen ulusal kurtuluşçu ideolojiler vardır. Bütün bu ideolojileri aynı kefeye koymak, ancak cehalet ya da bilinçli çarpıtma ile açıklanabilir. Bilindiği gibi, Erdoğan ve AKP iktidarı bu çarpıtmayı özellikle Suriye'de çokca yapmaktadır. Mesela onlara göre YPG ile IŞİD aynı niteliğe sahiptir, ikisi de 'terörist'dir. Halbuki, IŞİD çoğu dışardan gelen yabancı savaşçılara sahip olan; büyük bir İslam imparatorluğu kurmayı hedefleyen gerici, yayılmacı ve barbar bir ideolojiye sahiptir. Tersine YPG, kendi halkını ve topraklarını yabancı işgalcilere karşı savunmayı ve katliam tehlikesi yaşayan insanları korumayı içeren; yurtsever-demokratik içerikli bir ideolojiye sahiptir. Bu iki örgüt ideolojik olarak nasıl aynılaştırılabilir? Nitekim tüm dünya bu çarpıtmanın farkındadır.

İdeolojiler sosyal yaşamın dışında ortaya çıkan 'kutsal, değişmez' reçeteler değildirler. Aksine ideolojiler, özerk bir alana sahip olmakla birlikte; sosyal-etnik grupların ve insanların yaşam içindeki konumlarını ve duruşlarını; biraz ileri ya da geri düzeyde ifade eden görüşlerdirler. Bu anlamda bir ideolojinin ilerici mi yada gerici mi olduğunu belirleyen esas etken, bu sosyal grupların sosyal yaşamda takındıkları pratik duruştur.

Ahmet Gürbüz'in tarif ettiği 'katil ruhlu, fetihçi, kan koka(n) ideolojik kişilik' aslında tam da, bugün Ortadoğu'yu fethe çımış AKP devletinin 'Türk-İslam ideolojisini' ve bu ideolojinin şekillendirdiği bugünkü faşist blok mensuplarını tarif ediyor. Ve bu 'ideolojik kişilik' sahipleri, hergün televizyon ve diğer medya organlarında kendisi gibi düşünmeyenleri, 'hain, kafir, düşman'' ilan ediyorlar. Sadece karşıtlarını düşmanlaştırmıyorlar, Kürdistan ve Ortadoğu coğrafyasını kan gölüne çeviriyorlar.

Şunu da belirtelim ki, AKP iktidarınının hem böylesi bir yeni ideolojik konsept üretmseinde hem de bu konseptin kitleler nezdinde bir ölçüde de olsa meşruiyet kazanmasında; yurtsever-sol güçlerin IŞİD eylemleriyle benzerlik taşıyan yanlış eylemlerinin de payı büyüktür.

Roşan Lezgin'ni kullandığı argümanların ve söylemin bugünkü iktidarın güncel politikasıyla ortak başka bir noktası daha vardır. Roşan Lezgin'in yazısının dayanak noktası olan ''Aile ilişkilerinin dejenerasyonu'' teması; günümüzde AKP iktidarının sürdürdüğü bir operasonun da temelini oluşturdu. Bilindiği gibi; yakın zamanda CHP lideri Kemal Kılıçtaroğlu'na karşı kardeşi üzerinden bir küçük düşürme ve itibarsızlaştırma kampanyası yürütüldü. AKP'nin operasyon güçleri alkol sorunu olan bir insanı paryala satın alarak kardeşine karşı kullandı. Bir insanın zaflarından ve zayıflıklarından yararlanarak bu ahlaksızlığı örgütleyenler, çirkeflik yapmalarına rağmen, bir de 'kardeşin kardeşe bunu yapması edep dışıdır, utanç vericidir' denilerek terbiyeli, namuslu ayaklarına yattılar. Dikkat, edilirse her iki yönden de Kılıçtaroğlu ailesi ve onun içinden geldiği kültür hedeflenmektedir. İnce, sinsi ve ahlaksız bir oyun. Belki de bu operasyon Roşan Lezgin için ilham kaynağı olmuştur.


Dipnotlar

----------------------------------------------

1 http://kurdistan-post.eu/tr/toplum/ideolojik-kisilik-davranislari-rosan-lezgin, Kurdistan-post editörü bu yazıyı „zazaki.net“ sitesinden alarak yayınlamış.
5  LOUIS ALTHUSSER, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları,İletişim, s. 65
Yakın dönemde 'ideolojik örgütler' ifadesini kullanan kişi Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı'dır. Bir röpottajında “DHKP-C ve benzeri ideolojik örgütler“ ifadesini kullanmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla bu zat eski bürokrasi alışkanlıklarını ve söylemini korumaktadır. http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/243699/DHKP-C_nin_karar_mercii_yurtdisinda.html
7   ''Batılı kapitalist modernitenin “icat edip”, birbirine kırdırıp sömürmek için Doğu-İslam toplumlarına “ihraç” ettiği “ideoloji” ve “ideolojik insan” yaklaşımı olgusu ve kavramlarına ilişkin bulunduğu, görmezden gelinemez bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır.'' Prof. Dr. Ahmet Gürbüz, İdeoloji/İdeolojik Kişilik Olgusunun Olumsuzluğu Üzerine, s. 29
8   AKP'nin yeni ideolojik konseptinin ana hatları söz konusu yazıda açık olarak görülebiliyor. PKK ve DHKP-C benzeri yapıların da zaten 'Laikçi' olduğunu belirten Albayrak, 'irfanî din anlayışına' sahip merkezin (ki bu AKP çizgisidir) karşısına 'Laikçilik ve IŞİD'ciliği'” koyuyor: 'DEAŞ zihniyeti kendini ne kadar hakikatin sözcüsü sanıyorsa, laikçi misyonerler de aynı şekilde hakikatin kendileriyle birlikte olduğunu varsayar. Hakikati temsil ettiklerine inanan bu gruplar kendileri dışındakileri “tehlikeli öteki” olarak konumlandırmaya çok heveslidirler. DEAŞ ötekileştirmeyi tekfir mekanizmasını kullanarak yapar; kendi ideolojisini benimsemeyenleri “kafir” ya da “mürted” olarak nitelendirmekte tereddüt etmez. Laikçi zihniyet ise kendini “gerici” olarak tanımladığı öteki söylemi üzerinden tahkim eder. Ayrıca her ikisi için de dünya iyi ve kötü arasında bölünmüştür ve iyilik tabii ki kendi saflarındadır. Bu “Ya beyaz, ya siyah” mantalitesi aradaki renk tonlarını görmezden gelir; fakat ara tonlar devşirmeyi planladıkları insan potansiyeli bakımından bereketli olduğundan propaganda faaliyetleri ihmal edilmez.Laikçilik de DEAŞ’çılık da topluma yönelen yüzü bakımından yıkıcıdır, her ikisi de egemenlik sevdasındadır. Toplumun bütününe yönelik iddialar taşırlar; bu anlamda hiç mütevazı değildirler. Kendi anladıkları anlamda “özgürleşme” ve “kurtuluş” tüm toplum hatta insanlık için söz konusudur. Bu konuda muhatapların seçme özgürlüğünden söz edilmez. Gönüllü ya da zorla boyun eğme beklenir.  Zor günler geçiren ve her gün bir terör örgütünün tehdidiyle karşı karşıya olan ülkemizde bu yıkıcı yapıların kutuplaştırıcı etkilerinden korunmak için birlikte yaşama idealine sahip olan kitleleri güçlendirmeye her zamandan daha çok ihtiyacımız var.” Yrd. Doç. Dr. H. Şule Albayrak / Marmara Üni. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi, Star gazetesi, 14.01.2017 , http://www.star.com.tr/acik-gorus/laikci-misyonerler-ile-deasci-vaizlerin-benzerligi-uzerine-haber-1176362/
9 Prof. Dr. Ahmet Gürbüz, İdeoloji/İdeolojik Kişilik Olgusunun Olumsuzluğu Üzerine, http://www.zazaki.net/file/analiz.pdf , s. 5