Perşembe, Mart 28, 2024

Platzhalter roof5

 

Arama

Archiv

'Beyaz IŞİD'in aynasından...

 

'Beyaz IŞİD'in aynasından...

 
Suudilerin İran histerisiyle astığı Ayetullah el Nimr ne İran'ın adamıydı ne de Esad'dan yanaydı. El Nimr'in idamı bize 'Beyaz IŞİD'in karanlığı altındaki Şii dramına bakma fırsatı verdi.

 

Fehim Taştekin / Radikal/ 04/01/2016

 

Suudi Arabistan, Suudi hanedanlığını açık açık eleştiren, demokratik seçim çağrısı yapan ve Şiilere yapılan zulme karşı sesini yükselten Ayetullah Nimr Bakır el Nimr’i idam ederek susturdu. Suudiler itibarsızlaştırmak için Nimr’i ‘tekfirci terör’ ile suçlanan 46 Kaideci ile aynı kefeye koydu.
Suudi Arabistan’ın Doğu Vilayeti’nde Kâtif ve El Ahsa gibi kentlerde yoğunlaşan Şiilerin dramına parmak basarsan anında ‘İrancı’ damgasını yersin. Suudiler de dışarıdan gelen eleştirileri El Nimr gibi Şii önderleri ‘İran’ın maşası’ olarak niteleyip savuşturabiliyor.

Hâlbuki Şiilere baskılar, İslam dünyasında heyecan yaratan ve ‘devrim ihracı’ korkusuna yol açan 1979’daki İran İslam Devrimi ile başlamadı. 1979’dan sonra baskı politikalarının bahanesi değişti.

İdamlar konusunda İran’ın sicili, Suudilerin kendi Şii vatandaşlarına karşı yapıp ettiklerini hafifletemez. Arap Yarımadası’ndaki Şiiler, 19. yüzyılda Vahhabiler ile Suudi hanedanlığı müttefik olduğundan ve nihayetinde 1932’de Suudi Arabistan kurulduğundan beri dinsel bazlı ağırlaştırılmış bir ‘apartheid rejimi’ altında yaşıyor.

Suudi-Vahhabi ittifakı yıkıcı yüzünü 1802’de Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki türbesini yıkıp yağmalayarak ve kitlesel katliam yaparak gösterdi. İbni Teymiyye ve Muhammed bin Abdülvahhab’ın takipçileri bu vahşetin adını ‘büyük cihat’ koydular. Şiilere ait cami ve imamların türbelerinin yıkılıp din adamlarının hedefe konulduğu Vahhabi pratiği 1903’te El Ahsa’da tekrarlandı.

1926’da Medine’de dört Şii imamın mezarının bulunduğu El Baki Mezarlığı yıkıldı. Aynı şey 1975’de İmam Cafer el Sadık’ın mezarına yapıldı.

Vahhabi ideolojisi, tekfirci pratikleri, kadına bakış açısı, adalet ve hukuk anlayışı gibi faktörler dikkate alındığında Suudi Arabistan aslında IŞİD’in devlet olmuş versiyonu sayılır. BM tarafından tanınması veya ABD’nin Körfez’deki bir numaralı müttefiki olması bu gerçeği değiştirmez.

El Nimr’in öldürülmesinin ardından birçok kişi Suud ile IŞİD arasında ‘Beyaz IŞİD’ ve ‘Siyah IŞİD’ kıyaslamasını yaptı. Haksız sayılmazlar. Bence ‘Gri IŞİD’ benzetmesi daha da yakışır.

Bu tanımlamalar kimilerine ağır gelebilir ama dünden bugüne Suudilerin Şii politikası insana “Allah Allah” dedirtecek cinsten:
Bir kere Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi Vahhabilik, Şiileri ‘Hıristiyan ve Yahudilerden daha tehlikeli sapkınlar’ olarak görüyor. Bu, bugün için de geçerli bir perspektif. Ve devletin geliştirdiği politikalar bu bakış açısına göre şekil alıyor. Hakim mantaliteye göre ‘Rafizi’ olarak isimlendirilen Şiilerin kestikleri yenilmez çünkü necistir, Şii kadınlarla evlenilmez çünkü Müslüman değillerdir, mahkemede Şiilerin şahitliği geçerli sayılmaz çünkü takiyye yapabilirler…

1979’dan itibaren Suudileri İran’ın devrim ihraç edeceği korkusu sardı ve Katif’e hanedana karşı vekalet savaşının yürütüleceği ihanet bölgesi muamelesi yapılmaya başladı. Suudiler potansiyel tehlikeye karşı sert önlemlerin yası sıra 1990’larda sosyal hizmetleri arttırmak suretiyle havuç sopa politikası güttü. 1993’te hapisteki Şii liderleri bıraktı ve sürgündekilerin dönüşüne yeşil ışık yaktı. Peki, Şiiler eşit vatandaş olabildiler mi, hayır.

Bir kere Suudi ulema ve resmi din otoritesinin Şiilere karşı şiddet çağrısı yapan çıkışları sona ermedi. Fetvalarla Şiilerin önüne konulan hep şu oldu: Ya doğru yolu tercih eder hidayete erersiniz ya da öldürülür ya da sürülürsünüz. Şiileri ‘Müslümanların en büyük düşmanı’, ‘sapkın’, ‘sapık’, ‘mutacı’ olarak resmeden açıklamalar eksik olmuyor.
Yönetimin daha fazla iş sözüne rağmen Şiiler arasında bırakın bakan olmayı bir tek vali, emniyet müdürü, yargıç ya da pilot çıkmıyor. Hatta Şiilerin gittiği 300’ü aşkın kadın okulundan birinde bile Şii müdür yok. Şii öğrenciler kendileri için aşağılayıcı tanımlamalar kullanan ders kitaplarını okumak zorunda. Bu yüzden 2002’de Amerikan Kongresi’nin insan hakları oturumunda Institute for Gulf Affairs’in müdürü Ali Ahmed “Suudi Arabistan dini apartheidin çarpıcı bir örneğidir” ifadesini kullanmış. Yerinde bir tespit.

Şiileri dışlayan, şeytanileştiren, temel haklardan mahrum bırakan, çalışma hayatında eşit davranmayan politikalara karşı Şii din adamlarının mücadelesi genelde uzlaşmacı, barışçıl ve reformcu bir çizgi izledi. Suudi Hizbullah örgütünün birkaç yerde düzenlediği saldırılar ya da gösterilerde aşırı güç kullanan polislere karşı gösterilen şiddetli direniş bunun istisnası.

Şii-Sünni düşmanlığını engellemeye çalışan Sünnilere de tahammül yok. Mesela Şemmar aşiretinin liderlerinden yazar Mihlif el Şemmari, saldırı altındaki Şii liderleri ziyaret edip bir Şii’nin cenazesine katıldığı için 2 yıl hapis ve 200 kırbaç cezasına çarptırıldı. Halbuki Sünniler ve Şiileri buluşturacak Şemmari gibi isimlere çok ihtiyaç var. El Nimr’in idamı da maalesef mezhep düşmanlığını körüklemekten başka bir şeye yaramayacak. Kral Selman af yetkisini kullanabilirdi ama tercihini idamdan yani mezhebi gerilimden yana yaptı.

Bu türden bir dini apartheid düzeni “İran da şunu yapıyor, bunu yapıyor” diyerek geçiştirilebilir mi? Haklı olarak El Nimr bir konuşmasında isyan ediyor:
“Bizim yabancı bir ülkenin emriyle hareket ettiğimizi söylüyor. Bu yanlış bir suçlama. Yabancı ülkeden kasıt İran tabii ki… 10 Aralık 1978’te halkın izzetini korumak için bir intifada gerçekleştirildi. Polis şehre saldırdı. Bu 10 Aralık’ta oldu, Şah devrilmeden 4 ay önce. Bir grup insan İmam Hüseyin’in taziyesi için toplanmıştı. Bunun politik konularla hiçbir alakası yoktu. Ama güvenlik güçleri gelip saldırdı ve çatışma çıktı. İnsanlar kendilerini savundu, namuslarını savundukları gibi. O güce 100 kişi tutuklandı. Burada yabancı müdahaleden bahsedebilir miyiz? Eğer gücünüz yetiyorsa konuşmak yerine kendi kabiliyetlerinizi geliştirin. Yabancı ülkenin emrinden bahsedeceğinize gidin İran’la ipleri kopartın. Sonunda ‘Size karşı demir yumruğu kullanacağız’ dediler. Demir yumruğu 50 sefile karşı yabancı ülkeye karşı kullanın. Eğer böyle bir ülke varsa git o yılanın başını ez. Eğer İran ise git İran’a saldır. Hadi gücünüzü görelim. Bizim İran ya da başka bir ülkeyle bağlantımız yok. Bizim değerlerimizle bağımız var ve onları koruyacağız. Şiddetle değil inancımızla ve azmimizle sizi mağlup edeceğiz.”

2011’de ‘Arap Baharı’ denen dalganın gölgesinde daha fazla siyasi ve ekonomik haklar için gösteri yapan Şii gençlerden onlarcası öldürüldü. Ayetullah El Nimr de bu süreçte sesini cesurca yükselten liderlerden biriydi. İran uzantısı olarak suçlanmasına rağmen kendini İran’dan uzak tutan biriydi. Güvenlik güçlerine karşı silahlanmakla suçlanmasına rağmen şiddete şiddetle karşıydı. İran’ın resmi politikalarının aksine Suriye’de Esad rejiminin devrilmesinden yanaydı. Evet bütün kabahati kraliyet ailesine karşı sözünü esirgememesiydi! Sözleri diplomatik değildi!

Geleneksel Şii düşmanlığı nedeniyle El Nimr’e verilen ceza şaşırtıcı olmasa da burada Suudilerin bölgesel politikalarda yaşadıkları hayalkırıklığının içe yansımasını da görüyoruz.
Suriye ve Irak’ta istediğini alamayan Suudiler içerde ve dışarda daha saldırgan politikalara yöneldi. Husilerin iktidara yürüdüğü Yemen’e rövanşist bir yaklaşımla saldırdılar. Ardından Sünni koalisyon oluşturmaya kalkıştılar.
Kendi içindeki mezhepçi politikaları bölgesel ölçeğe taşırken çok tehlikeli bir oyun da oynamış oldular.
Suudiler, Kaide ve IŞİD’in Irak ve Suriye’de kazandığı mevzileri, üretilmiş bir korku olan ‘Şii Hilali’ne karşı bir ‘Sünni bariyer’ olarak kurguladı. Suudi Arabistan’ın kurucu ideolojisi ve parası bu örgütlerin beslendiği damar oldu. Suriye, Irak ve Yemen’de yaptıklarının nasıl bir yansıması olacağına dair korkulara kendi elleriyle yarattıkları canavarların korkusu da eklendi.