05
Pzt, May
7 New Articles

Türk devletinin Dersim ve Kürdistan’daki egemenliği meşru-hukuki bir temele değil, hile, şiddet ve zorbalığa dayanıyor. Türk devleti Kürt halkının rızası olmadan dış devletlerle bir antlaşmaya ve askeri güce dayanarak Kürdistan’da varlığını sürdürüyor.

 

Ahmet Aydın 

 15 Kasım 2023 

1) Kendisine, ailesine ve halkına zorla asimilasyon ve boyunduruk dayatan bir işgalci güce direnmek, her onurlu insanın yerine getirmesi gereken bir yurtseverlik görevidir. Seyit Rıza ve direnen diğer Dersimlilerin yaptığı da, kendilerini “yok edilmesi gereken bir çıban başı” olarak gören işgalci Türk devletine karşı direnmektir. Yani onlar, diğer ezilen halklar gibi, ezen bir güce karşı yurtseverlik görevlerini yerine getirmişlerdir. Tıpkı bugün ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen İsrail devletine karşı savaşan Filistin halkı gibi.

 

2) Bir hainlik arıyorsanız o hainliği yapan Türklerin ‘’ulu önderi’’ Mustafa Kemal ve TC devletidir. Çünkü Kürtlere özerklik sözü verip, dış işgalci güçlere karşı bir Kürt-Türk ittifakı kuran, sonra da sözlerini unutup, Kürt halkını aldatan ve onu yok etmeye çalışan, Kürtlere, Dersimlilere karşı soykırım yapan Türklerin ‘ulu önder’idir.

 

3) Seyit Rıza’nın bizzat kendisi ya da bir temsilcisi aracılığıyla dünya devletlerine mektup yazması ve yardım istemesi kadar doğal bir şey yoktur. Nasıl ki, Rojava Kürdistan’ı IŞİD saldırılarına karşı kendi toprağını savunmak için dünya devletleri ile ilişki kurup yardım istediyse, bugün Filistin halkı İsrail saldırılarına karşı koymak için dünyadan yardım istiyorsa, Seyit Rıza da Türk devletinin yapmak istediği soykırıma karşı dünya halklarından yardım istemiştir. Keşke dünya Dersim’e silah yardımı dahil her türlü desteği verseydi, keşke dünya Dersimli çocukların, kadınların, yaşlıların süngülerle, gazla, ağır makineli tüfeklerle taranarak, yakılarak katledilmesine karşı bir eylemde bulunsaydı. Hayır, dünya Dersim’e bir mermi bile göndermediği gibi, TC’yi bile doğru dürüst kınamamıştır. Tanıkların, belgelerin bize anlattığı çıplak gerçeklik budur. Gerisi Türk faşistlerinin Dersim soykırımını meşrulaştırmak için uydurduğu yalanlardır.

 

4) Dersim halkının istediği tek şey kendi yurdunda kendi dili, inancı ve kimliğiyle kimsenin boyunduruğu altında olmadan yaşamaktı. Böyle bir yaşam her halkın, her etnik grubun doğal hakkıdır. Topraklarını genişletmek, daha büyük pazara ve daha çok yer altı ve yer üstü zenginliğe sahip olmak isteyen sömürgeci devletler, bu doğal hakkı değil, kendi sömürgeci egemenlik haklarını esas aldıklarından, ezilen halkların ‘’kendi kaderini tayin etme’’ hakkını kabul etmezler ve bu yöndeki talep ve mücadeleleri, ‘’hainlik’’, ‘’düşmanlık’’ olarak nitelerler. Mesela İspanya ve İngiltere devletleri Amerika kıtasını işgal ederek sömürgeleştirmeyi kendi hakları olarak görüyorlardı. Bu işgale karşı direnen yeri halk ise, onlara göre ‘’yasalara, kurallara uymayan asiler’’ yani düşmanlardı. Mesela İngiltere uzun bir süre Hindistan’ı işgal edip sömürgeleştirdi. Hindistan halkı da uzun bir süre bu işgale ve sömürgeciliğe karşı direndi, onlarca kez isyan etti. Bu direniş bastırılırken belki de milyonlarca insan katledildi. Şimdi işgalci İngiltere cephesinden bakarsanız, bu direnişler; kendi egemenlik haklarına karşı gerçekleştirilmiş yasadışı ve düşmanca eylemlerdi. Hindistan halkı açısından bakarsanız bu direnişler; gayri meşru bir biçimde ülkelerini işgal eden yabancı bir güce karşı gerçekleştirilmiş meşru eylemlerdi.

 

5) Bilumum Türk milliyetçisi diyecektir ki, ‘’Ama orası bizim vatan toprağımızdır. Biz kendi toprağımız üzerinde egemenliğimizi yeniden tesis etmek için savaştık.’’ Bunlara göre mesela Selanik, Sofya, Mekke, Musul da ‘’vatan toprağı’’dır. Osmanlı devleti diğer sömürgeci devletler gibi zorla bu toprakları işgal etmiş ve oralar birden Türklerin vatanı olmuş. Bilimden, tarihten, insanlıktan nasiplerini almamış haydutlar, vatan zorla işgal edilen ve devlet sınırları tarafından çevrelenen toprak değildir, vatan bir ulusun, bir etnik grubun tarihsel olarak üzerinde çoğunluk olarak yaşadığı toprak parçasıdır. Mekke, Sofya ve Selanik nasıl Türk yurdu değildiyse, Dersim ve Kürdistan da Türklerin yurdu değildir. Evet Dersim TC’nin sınırları içindedir ama Türk yurdu değildir. Dersim Kırmancların vatanıdır. Şu örneklerde olduğu gibi: Galler ve İskoçya Britanya yani İngiliz devletinin sınırları içindedirler. Ancak Gallerliler ve İskoçlar İngiliz, İskoçya ve Galler de İngilizlerin vatanı değildir.

 

6) Peki Türk devleti Dersim üzerindeki egemenlik hakkını nereden alıyor? Dersim Osmanlı devletinin sınırları içinde kalmasına rağmen, hiçbir zaman tam olarak Osmanlının kontrolüne girmedi. Fiilen Dersim 1938 yılına kadar otonom yaşadı. Osmanlı devleti kendisi açısından çok büyük bir tehdit oluşturmadığı için, bu fiili durumu kabullenmişti. Osmanlı devleti Dersim üzerindeki egemenlik iddiasını fiilen 1. Emperyalist paylaşım savaşı sonrasında yitirmiştir. Resmi olarak da, Sevr Antlaşması ile Kürdistan’ın özerklik hakkını tanıdığı için, Dersim’in bu bölge içindeki özerklik statüsünü de kabul etmiştir. 1923 yılında TC’nin kuruluşuyla Osmanlı devleti fiilen ve hukuken ortadan kalktı. Dolayısıyla, Kürdistan gibi Dersim de aslında hem hukuken hem de fiilen bağımsızlaştı. TC, Osmanlı devletinin mirasçısı olarak ortaya çıkıp Osmanlının egemenlik haklarını da devir almaya çalıştı. Bu iddiasını Lozan antlaşmasıyla kısmen uluslararası hukuk çerçevesinde kabul ettirdi. İşte TC hukuki olarak bu antlaşma üzerinden Dersim ve Kürdistan üzerinden hak iddia ediyor. Ancak Lozan masasında Kürdistan temsilcileri yoktu. Türk devleti hileyle bazı kişilere telgraf çektirmiş ve Kürtler TC delegasyonu içinde temsil ediliyormuş gibi bir görüntü yaratmıştır. Bu gerçek değildir. Lozan’da Kürtlerin halk tarafından seçilmiş temsilcileri yoktur. Dolayısıyla Lozan antlaşması Kürtleri, Dersimlileri bağlamaz.

 

Kaldı ki o Türk devleti Lozan antlaşmasına da uymamıştır. Mesela Lozan antlaşmasında TC uyruklu ama Türk olmayan Müslüman kesimler için şu maddeleri kapsar:

 

- 39/5. maddesinde: "Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıkların sağlanacağı."

 

- 38/1. maddesinde "Türk hükümeti, Türkiye'de oturan herkesin, doğum, bir ulusal topluluktan olma, (milliyet), dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı yükümlenir" denilmekte ve devamla 38/2. maddesinde "Türkiye'de oturan herkesin her dinin ya da her mezhebin gereklerini açıkça ya da özel olarak serbestçe yerine getirme hakkına sahiptir"

 

- 39/4. maddesinde "herhangi bir Türk uyruğunun gerek özel gerek ticari ilişkilerinde, basın veya her çeşit yayın konularında, açık toplantılarında dilediği dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulmayacaktır’’ denilmektedir.

 

Antlaşmanın 37. maddesinde "Türkiye 38. maddeden 44. maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin (tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin, bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir" denilmektedir. Dolayısıyla 37. Madde ile TC Lozan antlaşmasını temel kurucu yasa olarak kabule etmiş ve hiçbir faaliyetinin bu antlaşmaya aykırı olmayacağını kabul etmiştir. Fakat Türk devleti yukarı saydığımız bu maddelerin hiç birisine uymamış ve Lozan antlaşmasını da ihlal etmiştir. Türk devleti bugün hala Kürt ulusunun milli kimliğini, Alevilerin inanç kimliğini kabul etmiyor. Bu devlet uzun bir zaman ‘’Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur’’ dedi. Bugün hala devlet içinde ve dışında bu resmi çizgiyi uygulamaya çalışan bir güruh vardır. Kürtçenin kullanımı ile ilgili yasaklar, Kürt halkının uzun süreli mücadelesi sonucunda geriletilmişse de, hala bugün Kürt basını, kültürü üzerinde baskılar sürmekte, mahkemelerde resmi dairelerde Kürtçenin kullanımı engellenmektedir.

 

Sonuç: Türk devletinin Dersim ve Kürdistan’daki egemenliği meşru-hukuki bir temele değil, hile, şiddet ve zorbalığa dayanıyor. Türk devleti Kürt halkının rızası olmadan dış devletlerle bir antlaşmaya ve askeri güce dayanarak Kürdistan’da varlığını sürdürüyor. Doğal olarak bu işgalci ve sömürgeci hegemonyaya karşı Dersimlilerin, Kürt ulusunun dün ve bugün verdiği ulusal kurtuluş mücadelesi meşrudur. Türk devleti meşru bir yönetim kurmak istiyorsa Dersimlilerle, Kürt ulusuyla yeni bir antlaşma yapmak zorundadır.

QSD, işgalci Türk devletinin bölge halkına yönelik soykırım politikalarına karşı halkların öz savunmasını geliştirmesi gerektiğini vurgulayarak, “Bu savaş halkların onur savaşıdır, özgürlük ve insani değerlerin savaşıdır. DAİŞ ve Erdoğan zihniyetinin karanlığına karşı, aydınlık ve zaferin savaşıdır. Tüm insani değerlerin, ilkelerin ve özgürlüklerin savaşıdır. DAIŞ’in ve Erdoğan zihniyetinin karanlığına karşı bir aydınlığın ve zaferin savaşıdır. Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Ermeni, Türkmen ve Çerkes gençlerini QSD, YPJ, YPG saflarına katılmaya çağırıyoruz” dedi.

Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Genel Komutanlığı işgalci Türk devleti ve çetelerinin bölgeye yönelik saldırılarına ilişkin yazılı açıklama yaptı. 

QSD Basın İrtibat Merkezi’nde yayınlanan açıklama şu şekilde;

“Bu hafta yoğun saldırılar ve temel değişiklikler yaşanıyor. Şam rejim güçleri, başta Halep olmak üzere birçok bölgede ciddi yıkımlara uğradı. Hiç şüphesiz bu saldırılar, işgalci Türk devleti tarafından yönetiliyor ve temel hedef, tüm Suriye topraklarını işgal etmek. Özellikle Özerk Yönetim bölgeleri bu saldırıların ana hedefi durumunda. Amaç, Kürt, Arap ve diğer halkların bir arada barış içinde yaşamalarını engellemek. Bu bağlamda Özerk Yönetim bölgelerine yönelik geniş çaplı bir saldırı gerçekleştiriliyor.

Halep ve Şehba halkına karşı ise kapsamlı bir soykırım planı devreye sokulmuş durumda. Bu durum, özellikle Özerk Yönetim bölgeleri ve tüm Suriye halkı için hayati bir tehdit oluşturuyor. Amaç yalnızca QSD'nin kontrol ettiği bölgeler değil; Türk devleti tüm Suriye topraklarını ele geçirmeyi ve bölge halklarından intikam almayı hedefliyor.

Son birkaç gündür, gerek Minbic cephesinde gerekse Fırat'ın batısındaki cephelerde savaşçılarımız, bu saldırılara karşı büyük bir direniş gösteriyor ve eşine az rastlanır bir mücadele yürütüyor. QSD, tüm bileşenleriyle üzerine düşeni bugüne kadar nasıl yaptıysa, bundan sonra da tarihi sorumluluğunu yerine getirecek ve ne pahasına olursa olsun bu saldırıların karşısında duracaktır. Bölgenin ve Suriye halkının korunması konusunda kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Ancak bu savaş, tarihi bir savaştır. Bölge halkımızın bu mücadelede aktif bir şekilde yer alması gerekmektedir. Genel seferberlik temelinde hareket edilerek, gerek QSD gerekse güvenlik ve savunma güçleriyle ortak bir çalışma yürütülmelidir.

Bu tarihi günlerde halkımızdan beklentimiz, köylerinde ve şehirlerinde devrimci halk savaşı çerçevesinde savunma cephelerinde omuz omuza durmalarıdır. Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Ermeni, Türkmen ve Çerkes gençlerini, tarihi sorumluluklarını yerine getirmeye, direniş cephelerinde yer almaya ve QSD, YPJ, YPG saflarına katılmaya çağırıyoruz.

Bu savaş, insanlık ve onur savaşıdır. Halkların özgürlük ve insani değerlerini savunduğu bir mücadeledir. DAİŞ ve Erdoğan zihniyetinin karanlığına karşı, aydınlık ve zaferin savaşıdır.

Son olarak, gençlerimizin QSD saflarına katılarak özgürlük projesini inşa etmek için tarihi görevlerini üstlenmeleri gerektiğini bir kez daha vurguluyoruz. Halkımızın desteği ve gençlerimizin aktif katılımıyla bu saldırıları bertaraf edebileceğimize, Türk işgalinin ve çetelerinin planlarını etkisiz hale getirebileceğimize olan inancımız tamdır.”

 

 2024 yerel seçimlerinde % 64.5 oy oranıyla Batman Belediyesi Eşbaşkanı olarak seçilen ve yakın zamanda rejimin zorbalığı ile görevinden uzaklaştırılıp yerine kayyum atanan Gülistan Sönük, önceki kayyum yönetiminin kadın politikalarını eleştiren konuşması sonrasında, özellikle sosyal medyada yoğun saldırı ve hakaretlere maruz kaldı.

 

 Ahmet Aydın

 27 Kasım 2024

 

2024 yerel seçimlerinde % 64.5 oy oranıyla Batman Belediyesi Eşbaşkanı olarak seçilen ve yakın zamanda rejimin zorbalığı ile görevinden uzaklaştırılıp yerine kayyum atanan Gülistan Sönük, önceki kayyum yönetiminin kadın politikalarını eleştiren konuşması sonrasında, özellikle sosyal medyada yoğun saldırı ve hakaretlere maruz kaldı. Elbette fikirsel eleştiri çerçevesinde eleştirenler de oldu, ancak ağırlıklı bir kesim, Gülistan Sönük ve onun şahsında kadın özgürlüğü için mücadele eden Kürt kadın hareketine saldırdı. Bu kesimlerin böylesi bir saldırı için hazırlıklı olduklarını, fırsat kolladıklarını ve bu fırsatı bulduklarını düşündükleri noktada organize bir biçimde saldırıya geçtiklerini gördük. Bu saldırıların sadece Gülistan başkanın düşüncelerine yönelik olduğunu sanmak saflık olur. Ağırlıklı olarak erkek egemen kültürün literatüründe yer alan cinsiyetçi küfürlerle gerçekleştirilen bu saldırılar, aslında, Gülistan Sönük’ün eleştirdiği kadın düşmanı-cinsiyetçi kültür ve ideolojinin, Kürdistan’da hala çok güçlü olduğunu bize göstermiştir. Bu açıdan yaşanan saldırılar belki de, Kürdistan’ın ilerici-seküler kesimleri için bir alarm zili çalmış ve bizi büyüyen tehdit konusunda uyarmıştır. Bu saldırgan gerici-sağcı kesimlerin dünya görüşü ve ideolojik argümanları, Türkiye’deki dinci-faşist kesimlerinkinden çok faklı değildir. Her iki kesim de özünde aynı ideolojik-siyasal ve kültürel kaynaktan besleniyor. Dolayısıyla kabul etmeliyiz ki, dinci-faşist rejim Kürdistan için sadece dışsal bir olgu değil, aynı zamanda yerel dayanakları olan içsel bir olgudur.

Gülistan Sönük fikirlerini eksik veya yanlış ifadelerle anlatmış olabilir. Ancak konuşmanın tümü ve genel olarak Kürt siyasal hareketinin kadına bakışı dikkate alındığında, Gülistan başkanın kategorik olarak evlilik ve aile kurumuna bir karşıtlık içinde olmadığını net olarak söyleyebiliriz. Nitekim Gülistan başkan kendisi de, sonradan yaptığı açıklamayla böylesi bir karşıtlık içinde olmadığını ifade etti. Gülistan başkanın eleştirileri, esas olarak kadını meta olarak gören bugünkü kapitalist sistemin, gerici dinsel yapının ve feodal geleneklerin ve bir bütün olarak bu gerici-cinsiyetçi değerleri uygulayan bugünkü rejimin kadınlara ve aileye biçtiği role ve tanıdığı statüye yöneliktir. Kısacası sorun evlilik ve aile değil, evliğin ve ailenin, özel mülkiyetçi toplumlarda aldığı biçim, oynadığı rol ve bu yapı içinde kadının ezilmesi ve uğradığı ayrımcılıktır. Gülistan başkan konuşmasında, kadının bu ezilme ve ayrımcılığa uğrama durumunu, yaşanılan toplumda ‘’kadınların ikinci sınıf insan olarak görülmesi'' tespitiyle ifade ediyor.

Peki, Türkiye, Kürdistan ve tüm İslam coğrafyasında hatta dünyanın büyük bir kesiminde kadınların ikinci sınıf insan olarak görüldükleri, ayrımcılığa ve zulme uğradıkları doğru değil midir?

Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet başlı başına kadınların yaşadığı zulmü anlatmaya yeter aslında. Sadece 2024 Ekim ayında, Türkiye ve Kürdistan'da 48 kadın cinayeti ve 23 şüpheli kadın ölümü yaşanmış. (https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net) Buna gizlenen cinayet ve suçları da eklemek gerekiyor. Narin'i katleden Güran ailesinin diğer kızlarının da ''hastalıktan'' ölmesi örneği, ne demek istediğimizi anlatacaktır.

 

Coğrafyamızda hala toplumun önemli bir kesimi için kadın, ailenin reisi olan kocasına itaat edecek, çocuk doğurup ev işleri yapacak bir ev hanımından başka bir şey değildir. Kadının tıpkı erkekler gibi eğitim-öğretim görmesi, bir meslek edinmesi ve çalışması, spor yapması, sanatsal faaliyetlerde bulunması, kısacası bir insan olarak; erkekler gibi kendisini sosyal-kültürel ve fiziksel olarak geliştirmesi gereksizdir. Hatta bazıları için bu gereksizden öte, bir suç ve günahtır.

 

Din ve feodal değerler hala coğrafyamızda toplumsal yaşam üzerinde çok önemli etkilere sahiptirler. İslam hukukunda kadın insan olarak erkekle eşit görülmez. Genel anlamda Semitik dinlerde erkek esas, kadın tali bir konumdadır. Bu inanç içinde; bütün toplum ve aile yapısı erkek egemen esasa göre düzenlenir. İstisnai durumlar hariç, erkek ailede reis; toplumda yöneticidir. Dahası İslam, kadını şeytanın erkleri baştan çıkarmak, kötü yola düşürmek için kullandığı bir varlık olarak tanımlar. Bu nedenle kadının örtünmesi emredilir. Kadın vücudunu gizlerse, erkekler kadının güzelliğini görmez ve şeytana uyup kötü işler yapmazlar. Aslında bu inanç Semitik dinlerin temel doğmasıdır. Ve bu inanç başlı başına kadının erkekle eşit bir insan olarak kabul edilmemesi ve aşağılanmasıdır. Üstelik bu doğma, kadının korunması yönelikmiş gibi gösterilir. Ancak; tersine kadının örtünmesinin esas amacı, erkeğin ‘’nefsine uyup kötü yola düşmesini’’ önlemektir. İslam’da kadın erkeğin ‘’sürülecek tarlası’’ yani üreme aracı ve zamanı geldiğinde itaat ettirmek için dövdüğü bir varlıktır. Kadının kendisi ile cinsel ilişkiye girmek isteyen kocasını ret etme hakkı yoktur. Yani İslam hukukuna göre bir koca, eşi istemese bile zorla onunla ilişkiye girme hakkına sahiptir. Bu zaten başlı başına bir kadının onurunun ve iradesinin yok sayılması ve kadının köleleştirilmesidir. Çünkü bir insanın onurunun ve özgürlüğünün en önemli temeli, kendi vücudu üzerinde tam kontrol ve söz sahibi olmasıdır. Kadının şahitliği erkekle eşit görülmez ve kadın mirastan erkekle eşit pay alamaz. Böylesi bir kültürün etkisinde olan toplumlarda, kim kadın erkek eşitliğinden ve kadınların ezilmediğinden bahsedebilir. Dinci-sağcı kesimler için ‘’kutsal aile’’ ezelden tanrı buyrukları temelinde oluşturulmuş, mutlak ve değişmez bir yapıdır. Halbuki antropoloji ve tarih bilimleri somut verilerle ortaya koymuştur ki, ataerkil aile, insan toplumunun evriminin ve gelişmesinin belli bir evresinde ortaya çıkmıştır. Bu gerçekliği ilk ortaya koyanlar da sanıldığı Marks-Engels değil, Amerikalı bilim adamı Morgan’dır. Sürü halinde yaşayan avcı-toplayıcı topluluklarda aile ve evlilik görülmüyor. En azından temel bir toplumsal kurum değildi. Bu nedenle anne çocuğu doğurması nedeni ile tek ataydı. Ve bu aşamada ana erkil bir yapı hakimdi. Aile kurumu esas olarak yerleşik hayata geçiş, tarım ve hayvancılığın ve işbölümünün, toprak mülkiyetinin yani özel mülkiyetin gelişmesiyle ortaya çıktı. Yerleşik hayat ve üretim içinde kadın ve erkek arasında ‘’üretim ve ev işi’’ temelinde ortaya çıkan iş bölümü, erkeğin aile içinde egemen olmasını sağladı ve anaerkil yapıdan ataerkil yapıya geçişe neden oldu. Özel mülkiyet insanın da özel mülk yani işgücünden yararlanılmak üzere köle olarak sahiplenilmesine yol açtı. Aslında özel mülkiyetçi ilişkilerin gelişmesiyle birlikte, büyük ölçüde her şey (buna evlilik ve üreme de dahil) üretimde yararlanılacak işgücü ve mirasa dayalı olarak gelişti. Mesela Roma ailesini ifade eden familia kelimesi Famulus "evcil köle" kelimesinden doğmuştur. (Engels)

MÖ 400’lü yıllarda yaşamış Yunan tarihçi Heredot, Tarih adlı kitabında İskit ve Massaget gibi İran’i kabilelerdeki kadın erkek ilişkilerinden ya da evlilik ilişkilerinden bahseder. Kürtlerin atalarının gelenekleri ile bu İran’i kabilelerin gelenekleri hemen hemen aynıydı. Dahası Kürtler bu kabilelerle çoğunlukla iç içe yaşadılar ve bugünkü Kürt ulusunun yapısında bu her iki kabilenin kalıntıları vardır. Antik çağlarda direk Kürtlerin atalarının aile ve evlilik ilişkilerini de biliyoruz. Bu ilişkiler de, bugünkü dinci-sağcı Kürtlerin ezeli kabul ettiği ‘’kutsal aile’’ yapısına hiç mi hiç uymuyordu. Bu örnekleri verirken ya da ailenin ve evliliğin toplumsal evrim içindeki gelişmesini anlatırken, ne ailenin bir toplumsal kurum olarak varlığını ve önemini yadsıyorum, ne de toplumsal ilişkilerin ilk düzeyine dönmeyi öneriyorum. Aile icat ya da keşfedilmedi. Toplumsal gelişmenin belli bir evresinde zorunlu olarak doğdu. Aile kurumu, insan soyunun sürdürülmesi açısından (hem üreme hem de üretim zorunluluğundan) farklı biçimlerde de olsa varlığını sürdürecektir. Asıl sorun, bu aile ilişkilerinin özgür, gönüllü ve sosyal insan ilişkileri üzerinden mi yoksa özel mülkiyetçi hegemonik insan ilişkileri üzerinden mi yürütüleceği noktasındadır.

Dinci-sağcı çevrelerin bahsettikleri ‘’kutsal aile’’ yapısı özgür, gönüllü ve sosyal insan ilişkilerine dayanmaz. Onların kutsal ailesinde erkek hegemon güçtür ve kadın her açıdan erkeğe bağımlıdır. Bu çevreler kendi benimsedikleri ‘’kutsal aile’’ yapısını kabul etmeyenleri yani kadının ezilmesine, horlanmasına ve ayrımcılığa uğramasına karşı çıkanları; başka bir ifadeyle kadının özgürleşmesini savunanları, kadınları ‘’ahlaksızlığa ve sapkın cinsel ilişkilere teşvik’’ etmekle suçlarlar. Onlara göre kadının özgürleşmesi demek, onun, özgürce ya da ‘’kuralsızca-sınırsızca cinsel ilişkiye girmesi’’ den başka bir şey değildir. Çünkü onlar için kadın cinsellikle, seksle özdeştir. Onlar kadının da kendileri gibi bir insan ve dolayısıyla kendileri gibi seksten başka sosyal ve ruhsal ihtiyaçları olduğunu tam olarak kabul etmezler. Onlara göre erkeklerin egemenliğindeki ‘’kutsal aile’’ kadın için tek korunaklı ve sağlıklı yaşam alanıdır ve kadın bu alandan çıktığında ‘’ahlaksızlaşır.’’ Doğrusu asıl sapkınlık, bu düşüncenin kendisindedir. Çünkü, bu düşünce kadını bir insan olarak görmez ve dolayısı ile kadının onurlu, özgür ve özgüvenli bir varlık olarak yaşamasına müsaade etmez. Kadını özgür, iradeli ve onurlu yaşayamayan bir toplumda da, ne onur, ne irade, ne de özgürlük olur. Kanıt mı istiyorsunuz? İşte yaşadığımız dünya.

Hizbullahçılar Kürdistan devrimci-yurtseverlerine yurtseverlik dersi verecek konumda değildirler Eşbaşkan Gülistan Sönük, Barzanici, HAKPAR’lı ve kendilerine ’Kürt milliyetçisi’’ diyen diğer dinci-sağcı kesimlerin saldırılarına maruz kaldı. Gülistan Başkan şahsında Kürt kadın hareketine ve genel olarak ilerici-yurtsever-sol kesimlere karşı rejim destekli bir ‘’kutsal ittifak’’ kurulduğunu görüyoruz. Bu ittifakın en dikkat çeken ve başat aktörü ise HÜDAPAR yani Hizbullah’tır. Gülistan başkan, AKP-MHP rejiminin işbirlikçisi gerici HÜDAPAR yöneticileri ve taraftarlarının hedefi oldu. Bu partinin milletvekili Serkan Ramanlı öylesine argümanlarla ve öylesine bir pişkinlikle Gülistan başkanı suçluyor ki, bu yapıyı tanımayanların gözü yaşarabilir. S. Ramanlı, sanki Gülistan başkan ‘’Kürtler evlenmesin hiç aile kurmasın ve hiç çocuk yapmasın’’ demiş gibi bir algı oluşturuyor ve bu algı üzerinden onu Kürt ulusunu soykırıma uğratmış güçlerle aynı kefeye koyarak ve onu ‘’Kürt Halkının geleceğine kastetmekle’’ suçluyor.

 

Satırlarla Kürtleri doğrayanlar, domuz bağları ile insanlarımızı boğanlar, giyiminden dolayı kadınların yüzüne asit atanlar, dün soykırımcı devletin JİTEM örgütü ile birlikte Kürt katliamı yapanlar, bugün Kürt halkını katleden iktidarla ortak cephe kuranlar, Kürtlerin soykırıma uğratılmasından bahsediyorlar ve Kürt devrimci-yurtseverlerine, aileyi ve Kürt nüfusunu koruma dersleri veriyorlar. Ne ikiyüzlüce, sahtekarca bir tutum! Daha yakın zamanda bu işbirlikçi yapı, Kürtlere saldırıp kadınlarını köleleştiren, Şengal’de soykırım yapan IŞİD’i desteklerken, hatta bu terör örgütüne eleman sağlarken, yurtsever-devrimciler Kürt kadınını ve ailelerini; kısaca Kürdistan toplumumu korumak için amansızca bir savaş yürüttüler.

IŞİD ve TC ortaklaşa Kobani’yi düşürmek için saldırdığında, Kuzey Kürdistan’da halk Kobani ile dayanışma eylemleri gerçekleştirdi. Yine Hizbullahçı milisler devlet güçleri ile birlikte Kürt halkına saldırdılar, Bu saldırılarda 50’ye yakın Kürt öldü. Yine bu işbirlikçilerin birlikte hareket ettiği, Türk devleti, Afrin’de Kürt ailelerini ve toplumunu darmadağın ettiler. Ve bu işbirlikçiler Kürt halkına karşı bu sular işlendiğinde hep Türk devletinin yanında durdular. Şimdi utanmazlar Kürt toplumunu ve ailelerimi korumaktan bahsediyorlar.

 

Özet olarak: Karşımızda Türkiye ve Kürdistan’da büyük ölçüde birleşik olarak hareket eden dinci-faşist bir blokun varlığından söz ediyoruz. Türk devleti şimdi gelecek stratejisini bu blok temeline dayandırmaya çalışıyor. Bu birleşik blok henüz tam olarak şekillenmedi ama şekillenme sürecinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu blok Türkiye’de olduğu gibi Kürdistan’da da gelişmiş olan ilerici-seküler-demokratik kültürü ve kazanımları yok ederek, devrimci-yurtsever hareketin toplumsal dinamiklerini dağıtmak istiyor. Bu güçler Kürdistan toplumun yapısını koruma gerekçesi ile, gerici ve anti-demokratik ilişkileri bize ve topluma dayatıyorlar. Bu kültürel-ideolojik hegemonya çabalarına karşı koymak zorunludur.

Biz Kürt toplumunun, eski ve gerici değerlerini koruyarak değil, tam tersine ilerici kültürel değerlerimizi koruyan ve kendisini bir bütün olarak insan hakları, insanlığın ulaştığı uygarlık değerleri temelinde geliştirerek korunacağına inanıyoruz. Biz Hizbullahçıların ve diğer gerici-sağcıların önerdiği, Kürt kadının kara çarşaflara büründürüldüğü, evlere kapatıldığı, Narin gibi katledildiği ''kutsal aileyi'' kabul etmiyoruz ve Kürt toplumunun geleceğini bu ailede görmüyoruz.