Devletin propaganda aygıtları ile Apocu propaganda aygıtları, Kürt ulusal varlığına karşı aynı propaganda argümanlarında birleşmiş gözüküyorlar. Böylece, Öcalan’ın ‘’devletle bütünleşme’’ siyasetinin ne anlama geldiğini de anlamış oluyoruz.
Öcalan ve çevresinin, Marksizm'den tümden kopma çabası içinde olduğu açıktır. Elbette bu kopuş, Öcalan'ın ulusal taleplerden vazgeçme ve Türk devleti ile bütünleşme siyasetinin dayattığı bir zorunluluktur. Sınıf mücadelesini, sermayenin iktidarı ile halk arasındaki çelişkileri, sömürgecilerle ezilen Kürt ulusu arasındaki çelişkileri yadsımanız ya da bu çelişkileri uzlaşır hale getirmeniz için, diyalektik ve tarihsel materyalizmi ret etmeniz zorunludur. Öcalan, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bilen insanların, faşist bir devletle bütünleşme siyasetine evet diyemeyeceklerini çok iyi biliyor. Bu nedenle öncelikle bu bilinci köreltmeye çalışıyor. Felsefe diye, eklektik ve süslü bir söz yığınını örgütünün ve Kürt halkının başına döküyor. Amacı, halkı ve örgütünü sersemleterek gütmektir.
Ahmet Aydın
10 Haziran 2025
Öcalan'ın PKK'nin 12. Kongresine sunduğu ''perspektif'' yazısının özellikle felsefeye ve pozitif bilimlere ilişkin bölümleri, tam bir ''bulamaç çorbası'' niteliğindedir. Şimdi bu çorbanın aşçılarından birisinin de, Öcalan’ın yanına götürülen tutsaklardan Zeki Bayhan olduğunu, Yeni Yaşam gazetesinde çıkan bir röportajdan[1] anlıyoruz.
Zeki Bayhan ''ilişkisel diyalektik'' diye bir kavram üretmiş. Ve o diyor ki, ''Bu kavramsallaştırmaya, yeni paradigmal bakış açısının klasik diyalektikten farklarına işaret etmek için gittim.'' Bellidir ki, Zeki Bayhan ''klasik diyalektik'' derken Marksist diyalektik yöntemden bahsediyor. Esasında bir kişi 'ilişkisel diyalektik'' kavramını kullandığı anda, felsefe defterini kapatıp, aşçılık defterini açmış olur. Çünkü; diyalektiğin birinci yasası; ''Karşılıklı etki ve evrensel bağlantı yasası''dır. Bu yasaya göre, evrendeki her şey birbirine bağlıdır ve birbirini etkiler. Bu durumda bu arkadaş diyalektiğin önüne ''ilişkisel'' sıfatını getirerek, ''klasik diyalektik'' ile kendi ''yeni paragdima''sı arasına nasıl bir ayrım koymuş oluyor ki? 'İlişkisel diyalektik'' kavramı, biraz zorlamayla en fazla ''ilişkiselliğin ilişkiselliği'' anlamı taşır. Böylesi bir kavramsallaştırma da, Marksist diyalektik yöntem açısından bir anlam taşımaz.
Zeki Bayhan devamında diyor ki, ''Bakış açısında bütünü görme! Ama hangi bütün ve nasıl? Çelişkiyi oluşturan tarafları -bu noktada çelişkiyi çatışan iki tarafta sınırlı tutan klasik bakış açısını eksiklik gördüğümü belirtmem lazım- birlikte görmekten bahsediyorum. Bu; parçaları, parçaların birbiriyle ilişkileri ve tümünün oluşturduğu parça olarak bütünle ilişkileri içinde gören bakış açısıdır...Bağlantılı olarak, olay ve olguları ilişkisellikleri üzerinde görmek sadece onlara etki eden, onları oluşturan çoklu çelişkiler bütünlüğü içinde görmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda bunların bir zamansal-mekansal boyutu (ya da ilişkisi diyelim) da vardır.''
Bu garip görüşlerden anlıyoruz ki, maalesef Zeki Bayhan diyalektiği kavramamıştır. Diyalektik ''çelişkiyi çatışan iki tarafta sınırlı'' tutmaz. Ancak çelişkileri öz/iç ve dış çelişkiler şeklinde sınıflandırır; öz(iç) çelişkileri temel/esas kabul eder, dış çelişkileri ve etkileri ise ikincil olarak görür. Örneğin, kapitalist toplumun temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir. Bu çelişki toplumun niteliğini belirler ve çözülmeden de toplumun niteliği değişmez. Diğer sınıflar arasındaki çelişkiler, cinsiyetler arası çelişkiler ve ulusal vb çelişkiler kapitalist toplumun niteliği açısından ikincil çelişkilerdir. Bu durum, her hangi kapitalist bir ülkede, bazı koşullarda toplumun sosyal niteliği açısından ikincil olan bir çelişkinin, siyasal bir baş çelişkiye dönüşmesi durumunu dışlamaz. Örneğin, bir kapitalist ülke işgal edilebilir. Bu durumda, işgalci güçle ülkesi işgal edilen halk arasındaki çelişki baş çelişki olur. Fakat bu baş çelişkinin çözümü, toplumun temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin çözülmesi anlamına gelmez. Kısaca ifade edersek, çelişkileri; nitelikleri, evrensel bağlantıları, ilişkileri ve etkileri içinde, yani evrensel bir bütünlük içinde ele almak, Marksist diyalektik yöntemin esasıdır.
Diyalektiğin diğer bir yasası, ''Evrensel değişim ve kesintisiz gelişme yasası''dır. Bu yasaya göre, evrendeki her şey kesintisiz bir değişim/hareket ve gelişme içindedir. Peki, zaman ve mekan faktörlerinden bağımsız bir değişimden bahsetmek mümkün müdür? Elbette hayır. Çünkü, diyalektik yöntem açısından zaman; değişimin/hareketin art arda gelişinden başka bir şey değildir.
Engels der ki; ''Maddenin, onun varoluş biçimi, içkin özniteliği olarak açıklanan hareketi, en genel anlamda, basit yer değiştirmeden düşünceye kadar, evrende yer alan bütün değişiklikleri ve süreçleri kapsar.''[2]
Demek ki, diyalektiğin; çelişkileri ''zaman ve mekan boyutundan'' bağımsız ele alması söz konusu değildir.
Öcalan ve çevresinin, Marksizm'den tümden kopma çabası içinde olduğu açıktır. Elbette bu kopuş, Öcalan'ın ulusal taleplerden vazgeçme ve Türk devleti ile bütünleşme siyasetinin dayattığı bir zorunluluktur. Sınıf mücadelesini, sermayenin iktidarı ile halk arasındaki çelişkileri, sömürgecilerle ezilen Kürt ulusu arasındaki çelişkileri yadsımanız ya da bu çelişkileri uzlaşır hale getirmeniz için, diyalektik ve tarihsel materyalizmi ret etmeniz zorunludur. Öcalan, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bilen insanların, faşist bir devletle bütünleşme siyasetine evet diyemeyeceklerini çok iyi biliyor. Bu nedenle öncelikle bu bilinci köreltmeye çalışıyor. Felsefe diye, eklektik ve süslü bir söz yığınını örgütünün ve Kürt halkının başına döküyor. Amacı, halkı ve örgütünü sersemleterek gütmektir.
Örgüt içinde Marksist klasiklerin okunması uzun bir süredir yasaktır. Yeni yetişen genç neslin de, felsefe ve ekonomi-politik ile ilgilendiği yoktur. Bu düşünsel fakirlik durumunda, Öcalan'ın süslü sözleri, örgüt üyeleri ve kitleler tarafından anlaşılmasa da, yüksek düzeyli felsefe ve ideolojik-teorik tezler olarak kabul ediliyor. Halbuki, Öcalan'ın derdi ne felsefe yapmaktır ne de ideolojik ve teorik bir ilerleme sağlamaktır. Onun terk derdi, örgütünü ve kitleleri itirazsız ve usluca, iktidarla uzlaşma ve işbirliği yoluna çekmektir. Felsefe ve yeni paradigma diye sunulan fikirler ise; kitleleri uyutmak için söylenen ninnilerden ibarettirler.
[1] https://yeniyasamgazetesi9.com/tutsak-yazar-bayhan-doga-da-insan-da-degismekte-yeniden-olusmaktadir/
[2]Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, 1996, s.8l.
AKP-MHP iktidarının, devletin günümüze kadar izlediği bu stratejiyi terk ettiğine ve yeni sürece; demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirme ve Kürt sorununa barışçıl-siyasal bir çözüm getirme perspektifiyle yaklaştığına dair, hiçbir ciddi işaret yoktur.
Türkiye solunun önemli bir kesimi; İmamoğlu’nun kişiliği, onun faaliyetleri ve çizgisi ile kendi arasına bir mesafe koyma hassasiyeti taşımıyor. Onu demokrasi kahramanı düzeyine yükseltip, onun imgeleri ve programının belirleyiciliği altında sokaklara çıkıyor.
Bolu Kartalkaya'da yaşanan facia, aslında bu devletin ve rejimin tüm topluma yaşattığı sosyal facianın, çok daha fazla görünür hale gelmiş bir kesitidir.
Ahmet Aydın
23 Ocak 2024
Bolu Kartalkaya'da yaşanan facia, aslında bu devletin ve rejimin tüm topluma yaşattığı sosyal facianın, çok daha fazla görünür hale gelmiş bir kesitidir.
Alevler bir coğrafyayı sardığında, o alan içinde bulunan patlamaya müsait maddeler gürültüyle patlarlar, tıpkı Kartalkaya'daki otelin yanması gibi. Coğrafyamızda belki fiziki değil, ama sosyal bir yangın yaşanıyor. Ve bu yangın nihayet bu oteli de sardı ve fiziki bir yangına dönüşerek gördüğümüz faciaya neden oldu. 78 insan yanarak can verdi.
Evet, sosyal yangın fiziki yangınlara ve facialara neden oluyor.
Sosyal yangın ya da faciadan kastımız nedir?
Bakınız, tüm otellerde ve diğer benzer işletmelerde olması zorunlu olan, duman dedektörü, yangın alarmı ve merdiveni gibi basit ve zorunlu tedbir ve sistemler bile bu otelde yok. Bu halde bu otelin işletilmesi insan aklına, işletme mantığına, bilime, felsefeye kısacası insan medeniyetine aykırıdır. Burada insanlığa aykırı bir durum var. Üstelik bu aykırılık sadece bu otel işletmesinde yaşanmıyor. İşte bazı örnekler:
2023 depremi: inşaat tekniğine, yönetmeliklere ve bilime aykırı bir şekilde yapılan çürük konutlar nedeniyle, on binlerce insan beton yığınları arasında can vermişti. Üstelik kurum vasfını yitirmiş kurtarma birimlerinin geç müdahalesi ve yetersiz çalışmaları nedeniyle, kurtarılabilecek binlerce insan acı içinde kıvranarak ölmüştü.
2018 Çorlu tren kazası: Yağmur yağışı sonu bozulan tren raylarının yol açtığı tren kazasında, 25 kişi ölmüş 317 kişi de yaralanmıştı. Demir yolu tekniğine uygun döşenmediği gibi, Demiryolları ekipleri de rayların bakımını ve onarımını yapmamıştı. Yetersiz ve tıkalı menfezler rayların altını boşaltmış ve bu durum vagonların yoldan çıkmasına yol açmıştı.
204 İliç maden kazası: siyanür işlemi sonrasında ortaya çıkan artık toprağın depolandığı alanda büyük bir heyelan yaşanmış ve 9 işçi toprak altında kalarak can vermişti. Bu kaza sonucunda ne kadar ağır metalin Fırat suyuna ve yerel su kaynaklarına karıştığı da bilinmiyor. Daha önce de, bu madende siyanür havuzunda sızma ve toprak yığınında kayma yaşanmıştı. Bilim adamlarının ve çevre kurumlarının yaptığı tüm uyarılara rağmen, maden faaliyetleri sürdürülmüştü. İliç maden işletmesinde yaşanan bu kazadaki aykırılıklar bir yana, Fırat nehri gibi, ülkeler kateden ve kıyısında milyonlarca insanı barındıran bir ırmağın doğuş havzasına, böylesi bir işletme izni vermek, yine insan aklına ve medeniyetine aykırı bir durumdur.
Sonuç olarak; bu felaketlerin ortaya çıkışına kaynaklık eden insan faaliyetlerinde şu ortak özellikleri görüyoruz:
1- Bilim, teknik, kurallar ve yasalar göz ardı ediliyor.
2- İnsan ve diğer canlıların yaşamı ve doğa dikkate alınmıyor.
3- Torpil, adam kayırma, rüşvet ve keyfi işleyişe dayalı çalışma yürütülüyor.
4- Sermayenin en az maaliyet ile azami kar elde etmesi hedefleniyor.
Peki bütün faaliyet ve uygulamaları yürüten ve kontrol eden güç hangisidir? Elbette ki siyasal iktidar. Ancak unutmayalım ki, bu siyasal iktidarı, devleti elinde tutan da sermaye sınıfıdır. Yani bu iktidarın ve devletin sahibi sermaye sınıfıdır. Dolayısıyla bu düzen, sermeyenin kârının ve birikiminin sürekli bir şekilde büyütülmesi esası üzerine kurulmuştur. Sermaye ve onun iktidarı açısından bu esas dışındaki her şey; insan yaşamı, doğa, hukuk, ahlak vb değer ve varlıklar tali ve göz ardı edilebilecek niteliktedir. Ya da bu değer ve varlıkların kaderi sermayenin çıkarlarına endekslidir. Büyüyen ve giderek daha az elde merkezileşen sermaye, daha güçlü ve otoriter bir devletin ve rejimin temelidir. Kısacası sermaye ile devlet otoritesi ya da siyasal hegemonya arasında doğru bir orantı vardır. Ama büyük sermaye ve güçlü bir siyasal iktidar ya da devlet ile toplumun emekçi ve yoksul kesimlerinin yani toplumun çoğunluğunun hakları, özgürlükleri, refahı, sağlığı kısacası yaşamı arasında ters bir orantı vardır.
Sermaye ancak toplumun çoğunluğunu giderek artan yoksulluğa mahkum ederek ve siyasal ekonomik haklarını kısıtlayarak büyümesini sürdürebilir. Toplumun bastırılması için de giderek otoriterleşen ve totaliterleşen rejim ve devletlere ihtiyaç vardır. Türkiye'de bugün var olan faşist rejim, işte sermayenin bu birikim ve kar hedefinin bir sonucudur. İşin kötüsü, sermayenin büyümesinin ve toplumun çoğunluğunun hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasının sınırı, sadece Türkiye'de değil, dünyada da insan yaşamının sınırına yaklaşmıştır. İnsanı ve bugüne kadar edinilmiş medeniyet değerlerini hiçleştiren, kuralsız, kaidesiz yeni vahşi kapitalizm daha doğrusu barbar kapitalizm aşamasındayız. Bu aşamada insanların değil onlu, yüzlü, binli rakamlarla ifade edilen gruplar halinde, milyonlar şeklinde yakılmasına, kafalarının kesilmesine, bombalarla yok edilmesine, ya da açlıktan ölmelerine şaşırmamak lazım.
Rojava Kürt Yönetimi ve Mazlum Abdi, Alevi soykırımının sürdüğü günlerde, soykırımı yürüten güçlerle antlaşma imzalamış ve soykırımın sorumluluğunu, sadece ''HTŞ’nin kontrol edemediği bazı Türkiye destekli cihatçılara'' yükleyerek, HTŞ ve Colani'yi temize çıkartmaya çalışmıştır.
8'ê Adarê Roja Jinên Cîhanê Pîroz Be!
8'ê Marti Roca Ciniyanê Cihani Piroz Bo!
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlu Olsun!
Lazkiye ve çevresinde gelişen Alevi direnişi, 6 Mart’ta silahlı bir isyana dönüştü. Seferberlik ilan eden ve güçlerinin büyük bir kısmını bölgeye aktaran Suriye’deki cihatçı teröristler, özellikle kırsaldaki Alevi köylerinde katliam yapıyor.
Desteklediği cihatçı teröristlerin Suriye'de yönetimi ele geçirmesi ile birlikte "zafer" kazanmış havasına giren faşist rejim, her alanda giderek pervasızlaşıyor.
Bugün yapmamız gereken, boş ‘’kardeşlik’’ ve ‘’çözüm’’ söylentileriyle oyalanmak yerine, bölgedeki halkların ve inanç grupların yaşadığı soykırım tehditine karşı sesimizi yükseltmek ve uluslararası dayanışma ve direnci büyütmektir.
Ahmet Aydın
12.12.2024
Bugünlerde herkes Suriye’de ne oldu? Esad rejimi nasıl oldu da böylesine kolay bir şekilde yıkıldı? Kimler kazandı kimler kaybetti? Bundan sonra ne olacak? gibi soruların cevaplarını aramakla meşgul. Kuşkusuz gerekli ve doğru bir çabadır bu. Fakat bugün daha acil ve tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız: Suriye’de Alevi-Şii halk grupları ve Kürtler soykırım tehditi ile karşı karşıyadır.
Esad rejiminin düşmesinden bu yana, cihatçı teröristlerin gerçekleştirdikleri infazların, linçlerin ve idamların görüntüleri her gün medyaya yansıyor. IŞİD benzeri toplu katliam görüntülerini henüz görmedik. Ancak ben, toplu katliamların da yaşandığını düşünüyorum. Özellikle teslim olan askerlerin ve Alevi-Şii sivillerin gizlilik içinde topluca katledilmiş olmaları olasılığı yüksektir.
Bunu neye dayanarak söylüyoruz?
Birincisi; cihatçı teröristlerin katliam eğiliminde olduklarını ve bu yönde davrandıklarını gösteren yeterli maddi veriler var elimizde. Küçük gruplar halinde teslim olan Esad rejimi askerlerinin hemen teslim anında infaz edildiklerine ve Alevi-Şii sivillerin infazlarına dair görüntüler medyaya yansıdı. Çok büyük ihtimalle cihatçı gruplar bu görüntülerin basına yansımasından rahatsızdırlar ve engellemeye çalışıyorlardır. Buna rağmen medyaya çok sayıda infaz ve linç görüntüsü yansıdı. Buradan hareketle, aslında, medyaya yansıyanların dışında, pek çok infazın yaşandığını kabul edebiliriz. Dahası, iki-üç kişilik grupları infaz edenler, yüz-iki yüz ya da daha kalabalık insan gruplarını neden topluca infaz etmesinler ki?
İkincisi; ''Suriyeli muhalifler'' (bu ifade bize, daha önce IŞİD'liler için kullanılan ''öfkeli gençler'' ifadesini hatırlatıyor) denilen bu cihatçı grupların ideolojik-siyasal ve kültürel olarak IŞİD’den ciddi bir farkları yoktur. Bu grupların önemli bir kısmı zaten önceden IŞİD saflarındaydı. Dahası bu cihatçılar tutuklu bulunan IŞİD'lileri serbest bıraktılar. Büyük bir olasılıkla bu kişiler de şu anda ''Suriyeli muhaliflerin'' saflarındadırlar. Böylesi bir bileşimden Alevi-Şii gruplara karşı katliam yapmamasını beklemek, mucize beklemek gibi bir şeydir. Fakat muhtemelen hem bu cihatçı grupların patronları ABD-İngiltere-İsrail ve Türkiye hem de bizzat bu gruplar, önceki IŞİD deneyiminden bazı dersler çıkarmışlardır. IŞİD’in gerçekleştirdiği toplu katliamlar dünya kamuoyunda infial uyandırmıştı. Bu durum; IŞİD projesinin başarısızlığa uğramasında önemli bir rol oynamıştı. Muhtemelen, hem patronları hem de taşeronlar, bir kez daha böylesi bir hataya düşmemeye özen göstererek, görünür şekilde toplu katliamlardan uzak durup, ‘’zamana yayılmış, tek tek ya da küçük gruplar halinde imha’’ yöntemini kullanacaklardır. Ne kadar gizlemeye çalışsalar da, eninde sonunda toplu infaz haber ve görüntülerinin de kamuoyuna yansıyacağını düşünüyorum. Ancak, esas olarak ''küçük gruplar halinde ve zaman yayılmış imhanın'' daha uzun bir süre devam edeceğinden emin olabiliriz. Çünkü, bu cihatçı grupların inancı, ‘’sapkın-zındık-kafir’’ olarak nitelendirilen farklı inanç grupları ile birlikte yaşamak üzerine değil, o grupların imhası esası üzerine oturmaktadır. Bu inanca doğmatik ve tutucu bir biçimde bağlı olan kesimlerin, değişim geçirerek demokratikleşmesini beklemek abesle iştigaldir. Biz toplu katliam ya da soykırım öngörüsünü işte bu objektif temele dayandırıyoruz.
Kürt soykırımının baş sorumlusu Türk devleti’dir
Kuşkusuz, cihatcı ve Arap milliyetçisi gruplar da, Rojava Kürdistanı etrafında şekillenmiş olan Kuzey Suriye demokratik yönetimi ve orada yaşayan Kürtler için ciddi bir tehdit oluşturmaktadırlar. Çünkü onlar da, bu bölge üzerinde hakimiyet kurmak ve tehlikeli gördükleri siyasal ve ideolojik yapıları, etnik grupları yok etmek istiyorlar. Bununla birlikte Rojava'da Kürt halkına yönelik soykırım tehditinin esas kaynağı Türk devletidir.
Rojava Kürtleri IŞİD’e karşı savaşarak ve Esad rejimine karşı mücadele ederek kendi topraklarını kurtardılar ve bu topraklar üzerinde kendi özyönetimlerini kurdular. Dün olduğu gibi bugün de, Kürtlerin kontrolündeki bölgelerde, diğer bölgelerin aksine huzur ve düzen hakimdir. Türk devleti Kürtlerin yabancı egemenliğinden kurtulup, özgürleşmelerinden ve demokratik özyönetimlerini kurmalarından çok rahatsızdır. Çünkü bu devlet kendi sınırları içinde yaşan Kürt halkını her türlü ulusal demokratik haktan mahrum etmiştir. Özgürleşen Kürtlerin, kendi sınırları içinde baskı altında yaşayan Kürtlere örnek olacağından çok korkmaktadır bu devlet.
Türk devleti Suriye savaşının başından beri, Kürtlerin özgürleşmesini engellemek büyük bir çaba harcıyor. Bu amaçla önce IŞİD’i kullandı ve bu barbarlar ordusunu Kürtlerin üzerine saldı. Fakat Kürt halkı IŞİD’i yendi. Türk devleti şimdi de, bizzat kendisi Rojavalı Kürtlere saldırdığı gibi; aynı zamanda eğitip silahlandırdığı Suriyeli paralı askerlerini Kürtlerin üzerine salmıştır. Türk devleti her gün toplarla, uçaklarla, SİHA’larla Rojava Kürdistanı’nı bombalıyor. Sivilleri katlediyor, hastaneleri, enerji tesislerini ve fabrikaları imha ediyor. Açıkça bölgeyi yaşanmaz hale getirerek insansızlaştırmaya çalışıyor. Bunun ötesinde; açıkça bölgeyi işgal edip, Kürtleri bölgeden sürmek istiyor. Erdoğan bu planı bizzat kendisi TV’de açıkladı. ‘’30 Km’lik tampon bölge oluşturma planı’’ bu amaca yönelik bir plandır. Nitekim bu planın bölgesel uygulamasını Afrin’de gördük.
Bütün bunlar yaşanırken, bugünlerde yine Kürt-Türk kardeşliğinden, Malazgirt savaşındaki ‘’Kürt-Türk ittifakından’’ çokça bahsediliyor. Bununla birlikte Rojava Kürdistanı’nın Türkiye’nin himayesinde var olması gerektiğini söyleyenler de var. Bomboş ve aynı zamanda tehlikeli hayaller bunlar. Halk deyimiyle bu, ‘’ciğeri kediye teslim etmek’’ demektir. Biraz kafası çalışan, birazcık tarih bilinci olan bir Kürt, bırak Kürt insanını, Kürdistan sokaklarında yaşayan kedi ve köpekleri bile Türk devletine emanet etmeyi, onun himayesini vermeyi düşünemez.
Bugün yapmamız gereken, boş ‘’kardeşlik’’ ve ‘’çözüm’’ söylentileriyle oyalanmak yerine, bölgedeki halkların ve inanç grupların yaşadığı soykırım tehditine karşı sesimizi yükseltmek ve uluslararası dayanışma ve direnci büyütmektir.
Güncel
Devletin propaganda aygıtları ile Apocu propaganda aygıtları, Kürt ulusal varlığına karşı aynı propaganda argümanlarında birleşmiş gözüküyorlar. Böylece, Öcalan’ın ‘’devletle bütünleşme’’ siyasetinin ne anlama geldiğini de anlamış oluyoruz.