05
Pzt, May
7 New Articles

Öcalan’ın çağrısı: Kürt halkını ne bekliyor? - (1)

Analiz
Typography
  • Smaller Small Medium Big Bigger
  • Default Helvetica Segoe Georgia Times

 Öcalan’ın çağrısı: Kürt halkını ne bekliyor? - (1)

 

Ahmet Aydın

26 Mart 2025

 

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Ekim 2024’de yaptığı ‘"Türkiye'ye getirilirken 'Her türlü hizmete hazırım' diyen teröristbaşı buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin’’ çağrısı nihayet karşılık buldu; Abdullah Öcalan PKK’ya, ‘’silah bırakma ve kendisini feshetme’’ çağrısı yaptı.

Kuşkusuz, Öcalan’ın çağrısını sadece Bahçeli’nin açıklamalarına bağlayamayız. Zaman zaman kesintiye uğrasa da, Öcalan ile devlet arasında, 1999 yılından bu yana görüşmeler yapıldığını biliyoruz. Dahası, Öcalan bu tür çağrıları ilk kez yapmıyor. Öcalan, yakalandığı 1999 yılından bu yana, benimsediği yeni ideolojik-siyasal çizginin bir sonucu olarak, silahlı mücadelenin döneminin kapandığını ve Kürtler için bağımsız devlet, federasyon ve özerklik gibi talepler ileri sürmenin doğru olmadığını söylüyor. Buna bağlı olarak; örgütüne, ısrarla, silahlı mücadelenin sona erdirilmesi ve kendisini fesh etmesi yönünde talimatlar veriyor ve çağrılar yapıyor.

Bahçeli’nin çağrısında, Öcalan’a hatırlatma bağlamında yer alan 'her türlü hizmete hazırım' vurgusu, bu yeni sürecin ruhunu anlamak açısından önemlidir. Bu vurgunun, tesadüfi ve sadece propaganda amacıyla yapıldığını düşünmüyoruz. Hem sürecin psikolojik alt yapısının örülmesi hem de yeni sürecin adının ve amacının ortaya konulması bakımından, bilinçli ve kendileri açısından iyi seçilmiş bir vurgudur bu. Bahçeli direk ‘’teslim ol’’ çağrısı yapmamıştır; ancak bu hatırlatma ile, dolaylı da olsa aynı mesajı vermiştir.[1] Fakat bu hizmet ifadesi, teslim ol çağrısının ötesinde bir anlam içeriyor. Dikkat çeken nokta da şudur; Öcalan, Bahçeli’nin bu hatırlatmasına itiraz etmemiştir. PKK ise düşük tonda mırıldanmalarla yetinmiştir.

Öcalan’ın ‘’hizmete hazırım’’ söylemi ne sadece bir söylemdi, ne de devleti oyalamaya yarayan bir taktikti. Tam tersine, Öcalan bu teklifinde samimiydi ve onun yeni stratejik yönelimini yansıtıyordu. Açıktır ki, Öcalan devletten görev ve kendisine düzen içerisinde bir yer bir konum talep ediyordu.

Öcalan, 1999 yılında yakalanmasından sonra, devletle kurduğu ilişkiler de, hep devleti, kendisine bir görev vermesi konusunda ikna etmeye çalıştı. Kendisine görev verilirse, PKK’yi ve hatta tüm Kürtleri devlete bağlayacağını; bunun Türkiye’yi bölgede en güçlü ülke yapacağını söylüyordu. Elbette, Öcalan, bu hizmetlere karşılık olarak, kendisini idamdan ve sonrasında mümkün olan en kısa sürede cezaevinden kurtarmak istiyordu. Ancak ondan da öte, Öcalan, Kürtler üzerindeki liderlik konumunu sürdürmek ve bu temelde düzen içinde kendisine bir yer edinmek amacındaydı. Öcalan, devlete, PKK’nin ve Kuzey Kürtlerinin çoğunluğunun kendisine ‘’ölümüne bağlı’’ olduğunu ve dolayısıyla onları istediği biçimde yönlendirebileceğini ifade ediyordu. Nitekim, PKK üzerinde mutlak bir kontrole sahip olduğunu kanıtlamıştı. Öcalan’ın devlete sunduğu teklif, Türk devletinin PKK ve Kürtler üzerinde tam kontrol kurması ve bu gücü, bölgesel hegemonya kurma yönünde kullanma olanağıydı.

Öcalan, Selçuklu-Kürt ve Osmanlı-Kürt ilişkilerine referansla, yeni bir Türk-Kürt ittifakı öneriyordu. Demokrasi söylemiyle süslenmiş bu ittifak önerisi, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesindeki yayılmacı emellerini gerçekleştirmeyi vadediyordu.[2] Muhtemelen bu konular, Özal döneminde, 1993 ateşkes sürecinde de gündeme gelmiştir. Çünkü, Özal da bugünkü iktidar gibi, Ortadoğu bölgesinde yayılma yönünde güçlü bir eğilime sahipti.

Türkiye’nin yayılmacı emellerini baz alan ve bu doğrultuda Kürtleri Türk devletinin yedek gücü haline getirmeyi amaçlayan bu işbirlikçi eğilim, o günden bugüne Öcalan takipçileri arasında güçlü bir biçimde varlığını sürdürdü. Bu işbirlikçi bir eğilimdir, çünkü; Malazgirt savaşından bu yana, Kürdistan’da kesintili olsa da süren Türk hakimiyetini onaylayıp meşrulaştırıyor. Dahası, bu hakimiyetin sürmesi ve bölgeye yayılması için birlikte çalışmayı öneriyor.

Yeni Türk-Kürt ittifakına referans olarak gösterilen tarihsel ilişkiler, her iki kesimin hakim sınıfları arasında gerçekleşen, ağırlıklı olarak fetih amaçlı savaş ittifaklarıydı. Bu ilişkilere ittifak demek de zordur, çünkü bir hakim gücün emrine girme ve esasta ona hizmet etme, hakim gücün hegemonyasını güçlendirme işlevi görüyorlardı. Özellikle Osmanlı döneminde, Kürt beylikleri belli bir otonomi kazanmışlarsa da, Kürdistan’ın Osmanlı’nın sömürgesi haline gelmesine de hizmet etmişlerdi. Dolayısıyla, tarihsel ilişkilere referansla, yeni bir Türk-Kürt ittifakı önerenler, aslında Kürdistan’ın sömürge statüsünün sürmesini ve Kürt halkının hegemon bir gücün hakimiyetinde yaşamasını öneriyorlar. Öcalan bu gerçekliği ‘’kardeşlik, demokratik birlik’’ gibi süslü söylemlerle gizlemeye çalışıyor. Kardeşlikten, demokrasiden ve birlikten bahsedilecekse, öncelikle iki ulus arasındaki hegemonik ast-üst ilişkisi, yani ezen-ezilen ilişki ortadan kaldırılmalı ve uluslar arasında hak eşitliği sağlanmalıdır. Bu koşul yerine getirilmediği sürece, ne ‘’kardeşlikten’’ ne de ‘’demokratik birlikten’’ bahsedilebilir. Çağımızda yeni bir Türk-Kürt ilişkisi inşa edilecekse, bu ilişki, tarihsel hegemonik ilişkilerin, farklı biçimlere ve görünüşlere büründürülerek sürdürülmesi ile kurulamaz. Tam tersine, bu yeni ilişki, tarihsel hegemonik ilişkileri ret eden ve özgür iradeye sahip eşitler arasındaki gönüllülük ilişkisine dayanan bir zeminde kurulabilir. 

Uygulamalardan anlaşıldığı gibi, Öcalan 1999 yılında devleti bu konuda ikna edememişti. Ya da devlet böylesi tekliflere henüz açık değildi. O yıllarda AKP yeni iktidar gelmişti ve Kemalistler devletin yönetiminde hala güçlü bir konumdaydı. Bu güçler, en azından AKP tarzında bölgede yayılmacı emeller gütmüyorlardı ve Kürtlerle herhangi bir pazarlığa ve ne biçimde olsun işbirliğine girmekten yana değillerdi. Onların bildiği tek yol, Kürt isyanını imha yoluyla bastırmak ve Kürtlere diz çöktürmekti. Ayrıca bölgede sınırların değişmesinin Türkiye’yi etkilemesinden ve Kürtlerin güçlenerek kontrolden çıkmasından korkuyorlardı.

Bugünkü koşullar farklıdır. AKP-MHP ittifakı; bir yandan içerde iktidarını sağlamlaştırmak, diğer yandan bölgede gelişen Kürt iradesini kırmak ve bölgesel bir hegemonya kurmak için güç biriktirme, ittifakını genişletme ve iç cephesini sağlamlaştırma peşindedir. Özellikle, Suriye’nin durumu, İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısının ve buna bağlı olarak Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesinin ve bölgenin yeniden paylaşılmasının gündemde olduğu koşullarda, iktidar; öncelikle, kontrol dışına çıkmış Kürt güçlerini tekrar kontrol altına almak ve Kürt isyanını bastırmak zorundadır.  Çünkü, Kürtleri hakimiyeti altına alamayan bir devlet, Ortadoğu bölgesi üzerinde hegemonya kuramaz. İşte bu koşullar, Öcalan’ın yeniden göreve talip olması için ideal bir ortam sunmaktadır.  Var olan iktidar, Kemalistlerden farklı olarak, Öcalan’ın teklifini değerlendirebilecek düzeyde hırslı ve pragmatiktir. Bizce, bu yeni süreç içinde en tehlikeli olan ve dikkatle takip edilmesi gereken yön, bu yönlü işbirliği ilişkisidir. Öcalan’ın çağrısında yer ‘’devletle bütünleşme’’ ifadesi ve Demirtaş’ın Öcalan’ın telkinleri ile yazdığı söylenen, ‘’Korkma! Barış’’ yazısında yer alan ‘’Türkiye Cumhuriyeti devleti, Kürtlerin de devletidir…Bu devlet hepimizin devletidir’’ ifadeleri, bu dönemdeki tehlikelere işaret eden verilerdir.

 

Anlam yoksunluğuna ve kısırdöngüye düşen hangi çizgidir ve tıkanıklığın nedeni nedir?

Öcalan son çağrısında ‘’PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara’’ düştüğünü söylüyor.  Mahkemedeki savunmalarında da, bu yönlü ifadeleri vardır.  Öcalan PKK derken, aslında, esas olarak kendisinden bahsediyor ve kendisinin çıkmaza ve kısırdöngüye düştüğünü ifade ediyor. Çünkü, PKK’nın stratejisini ve taktiklerini belirleyen, dahası tek karar mercii Öcalan’dır.

Öcalan’a göre, PKK’nın yaşadığı ‘’anlam yoksunluğu ve aşırı tekrarın’’ nedeni, ‘’1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler’’dir.  Ona göre, PKK reel sosyalizmin çöküşünden etkilenmiştir. Çünkü, bu parti; ‘’teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde’’ kalmıştı.

Reel sosyalizmin çöküşü, elbette; dünyadaki sosyalist örgütleri derin bir muhasebe ve sorgulamaya zorladı. Ancak, çok sarsıcı olsa da, bu çöküş; hiçbir şekilde sosyalist örgütleri (eğer gerçekten sosyalistlerse) ‘’anlam yoksunluğuna’’ düşürmedi. Çünkü sosyalist örgütlerin varlığının kaynağı sınıfsal toplumsal yapıdır. Emek-sermaye çelişkisi ortadan kalkmadıkça, sosyalist örgütler kesinlikle ‘’anlam yoksunluğuna’’ düşmezler. Hele bu sosyalist örgütler, ülkesi işgal edilmiş ezilen bir ulusun örgütleriyse, (Kürdistan ve Filistin’de olduğu gibi) o ulusun kurtuluşunu ve kendi kaderini tayin hakkını savunan sosyalist/devrimci örgütler, hiçbir şekilde anlam yoksunluğuna düşmezler.  

Öcalan yakalandığında Sovyetler Birliği çökmüştü ve Fukuyama’nın ‘’tarihin sonu’’ tezi hala etkisini koruyordu. Öcalan da o atmosferin etkisiyle, savunmalarında Sovyetlerin yıkılması ile ‘"Demokrasinin yüzyılın sonunda tam zaferini ilan ettiğini’’ ileri sürmüştü. Öcalan’a göre, '90'lı yıllardan itibaren sosyalist sistemin çözülüş ve demokrasiye dönüşümüyle, demokrasinin büyük zaferi aslında daha başlangıcındadır."[3] Öcalan da Fukuyama gibi çok acele etmişti ve süreci yanlış okumuştu. Ne sınıflar mücadelesinin ve dolayısıyla tarihin sonu gelmişti, ne de demokrasi dünyada zafer kazanmıştı. Tam tersine; son 30-40 yılda dünyada demokrasi geriledi, faşizm yükseldi.  Fukuyama yanıldığını görmüş ve hatasını kabul etmişti. Anlaşılan Öcalan ‘’anlam yoksunluğu’’ görüşü ile eski tezinde ısrar ediyor.

Kuzey Kürdistan gençliğinin, 60’lı yıllardan itibaren, dünyada gelişen ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinden etkilendiği doğrudur. Reel sosyalizm derken, sanırım Öcalan daha çok Sovyetler Birliği’ni kast ediyor, ancak dünya sosyalist hareketi sadece Sovyetler Birliği’nden ibaret değildi. Çin, Vietnam, Arnavutluk ve Küba devrimlerinin ve Afrika ve Asya’da gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin Kürdistan devrimci-sosyalist hareketi üzerindeki etkileri büyüktür. Kuzey Kürdistan’da gelişen modern ulusal kurtuluş hareketi; bu devrimlerin deneyimlerinden çok yararlanmıştır. Kürt gençleri; sömürge sorununu, sınıf, ulus ve ulusal hareket, bağımsızlık, devrim ve örgütlenme teorilerini sosyalist kaynaklardan ve dünya devrimci hareketinin deneyimlerinden öğrendiler. Bu birikimden hareketle, kendi ulusal gerçekliklerini kavradılar ve mücadeleye atıldılar. Bu süreçte, Kürdistan gençliği, Türkiye’de gelişen devrimci hareketle birlikte hızla politikleşti, sosyalist ideolojiyi benimsedi ve giderek ulusal bilinç kazandı. PKK’nin resmi söyleminde bu dönem ‘’Kürt kimliğinin bile anılmadığı, Kürt ulusunun ölmek üzere olduğu’’ dönem olarak gösterilir. Bu kökten yanlış bir tespittir. 60’lı yıllarda modern anlamda bir ulusal bilinç henüz çok gelişmemiştiyse de, Kürtlerin büyük çoğunluğu açısından Kürt kimlik bilinci oldukça sağlamdı. Bu dönemlerde Kürt çocukları Türkçeyi ilkokullarda öğrenmeye başlıyorlardı. En önemlisi de, 1960’lı yıllar, modern Kürt ulusal bilincinin oluşmaya başladığı, yeni bir başlangıç ve canlanma dönemidir. Nitekim ilk Kürt siyasal örgütleri de bu dönemde kuruldu. 70’li yıllarda ise, Kürt ulusal bilinci hızla gelişti ve kitleselleşti. Bu canlanış; ne sadece tek tek kişilerin ne de bir örgütün eseridir. Subjektif etki küçümsenmez ancak, canlanışı sağlayan temel güç, objektif dinamiklerdi. 60’lı yıllardan itibaren Kürt toplumu, önemli ölçüde feodal kalıntıların etkisindeki içe kapanık durumdan çıkmış ve kapitalist dünyaya entegre olmaya başlamıştı. Kürt ulusunun maddi-manevi varlığı ve kapitalistleşme ile birlikte gelişen, şehirleşme, eğitim ve dış dünya ile gelişen ekonomik-siyasi ve kültürel ilişkiler, özellikle gençlik içinde ulusal bilincin gelişmesini sağlamıştı. PKK’yı kuran Kürdistan devrimciler de, bu yeni toplumsal ve siyasal koşullar içinde politikleşip ulusal bilinç kazandılar. 

PKK’nın kuruluş yıllarında yazılan programında ve görüşlerinde Marksist-Leninist ideolojinin belirleyici etkisi görülür. O dönemde bazı kadroların bu ideolojiyi önemli ölçüde özümsediklerini de görebiliyoruz. Ancak aynı dönemde, Öcalan’ın ne düzeyde Marksizm-Leninizm’den etkilendiğini ve bu düşünceyi ne düzeyde kavradığını tespit etmek zordur. Benim kişisel görüşüm, Öcalan sosyalist ideoloji ve teoriden etkilenmiş ve kendisini sosyalist olarak tanımlamışsa da, hiçbir zaman bu ideolojiyi ve teoriyi tam olarak kavrayamamış ve dolayısıyla hiçbir zaman gerçek bir sosyalist olmamıştır. Öcalan’ın, ciddi ve derin anlamda bir Marksizm-Leninizm okuması yaptığını da sanmıyorum. Bu tespiti yapmak için elimizde yeterli veri vardır.

PKK’nin 5. Kongresinde kabul edilen programa ve tüzüğe baktığınızda, hala sosyalist ideolojinin derin etkilerini görürsünüz. Ancak bu programın pratikte Öcalan için bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Bu kanıya nerden varıyorum: Mesela PKK’nin 5. kongresinde kabul edilen tüzüğün ‘’Örgütün yapısı’’ ile ilgili bölümünde ‘’Partinin en yüksek karar organı kongredir’’ der. Halbuki, net bir şekilde biliyoruz ki; neredeyse 80’li yılların başından itibaren PKK’nin en yüksek ve tek karar merci Öcalan’dır. 2005 yılında yazılan KCK sözleşmesinde bu durum açıkça belirtilmiştir. KCK sözleşmesinin 11. Maddesinde şöyle der: ‘’Koma Civakên Kurdistan (Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir ve temel konulardaki en son karar merciidir. (abç)’’

Sosyalist örgüt anlayışında, üyelerin ve organların yetkisinin tek bir kişiye devredilmesi, bir şefin, örgütün en üst karar mercii olması gibi bir belirleme, hele hele ‘’önderlik kurumu’’ gibi bir kurum yoktur. Dünyada, böylesi bir kuralı uygulamış bir sosyalist örgüt de bilmiyorum. Tam tersine, böylesi bir durum, sosyalist anlayışın temelden reddi anlamına gelir. Sosyalist örgütlerin benimsediği demokratik-merkeziyetçi örgüt anlayışının, günümüz koşullarında geri yanları olabilir, ancak PKK’nın örgüt anlayışının demokratik-merkeziyetçilikle bir ilgisi yoktur ki, yaşanan tıkanıklığın sosyalist örgüt anlayışından kaynaklandığını söyleyelim.

Güncel bir örnek, Öcalan’ın dolayısıyla PKK’nin örgüt anlayışını daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Bilindiği üzere Öcalan’ın ‘’silah bırakma ve fesih’’ çağrısının Rovava’daki Kürt örgütlerini ve dahası özyönetimi kapsayıp kapsamadığı konusu uzun bir süre tartışıldı. Esasında, PKK çevreleri ne kadar için bilincindedirler bilemiyorum ama, bu tartışma Kürt ulusu açısından çok utanç verici bir tartışmadır. Diyelim ki, Öcalan’ın çağrısı Rojava’yı da kapsıyordu (ki bence İmralı’daki görüşmelerde Rojava’daki Kürt özyönetiminin tasfiyesi ilk gündem maddesiydi ve Öcalan’ın kararı da o yöndeydi) Kuzey ve Doğu Suriye Özerk yönetimi bu çağrıya uyup, silahlı güçlerini ve siyasi kurumlarını dağıtacak mıydı? Evet öyle gözüküyor. HTŞ ile Mazlum Abdi arasında varılan antlaşma bunu gösteriyor.  Salih Müslim, ‘’Öcalan’ın kararı bizi bağlar’’ ve ‘’özerklik istemiyoruz’’ demişti. Peki ama bölgede halkın iradesine dayanan bir demokratik bir özyönetim yok muydu? Bu gibi konularda kararı Öcalan mı; yoksa bizzat halkın kendisi yani özyönetim organları mı almalıdır? Kararı Öcalan alacaksa, halkın iradesinin, özyönetimin ve demokrasinin ne anlamı vardır? Görüldüğü gibi, Öcalan çizgisinin teorisi ile pratiği arasında derin paradoksal ilişki vardır ve bu paradoks kendisini Rojava’da da açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Günümüzde Öcalan’ın devlet, devrim, ulus, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve kadın sorunu gibi konularda ortaya attığı düşüncelerin de Marksizm’le bir alakası yoktur. Çünkü, Öcalan sorunlara sınıfsal bir perspektifle değil, liberal burjuva ve anarko-sol karışımı eklektik bir perspektiften bakıyor.

Dolayısıyla, aslında tıkanan ve kısırdöngüye düşen kimdir? Hangi çizgidir? Öcalan gerçekten reel sosyalizm çizgisinde bir hareket mi geliştirdi? Yoksa sosyalist eğilimde gelişen bir grup hareketini, özellikle 80’li yılların başından itibaren, kişi kültüne ve otoriter bir işleyişe dayanan ‘’özgün’’ bir örgüte ve siyasal-ideolojik çizgiye mi dönüştürdü? Tıkanan Öcalan tarzı örgütçülük müdür? Yoksa sosyalist hareketin demokratik-merkeziyetçi örgüt anlayışı mıdır? Tıkanan Öcalan çizgisi midir, yoksa genel olarak Kürdistan ulusal kurtuluş hareketinin benimsediği yurtsever-devrimci çizgi midir? Şunu da ekleyelim, mesela PKK’nin 4. Kongre kararları hayata geçirilebilseydi, bugün yaşanan tıkanıklık durumu yaşanır mıdydı?

Sosyalist ideolojinin ve örgüt anlayışının bazı olumsuz etkileri olmuş olabilir, ancak PKK’nın tıkanmasının ve kısırdöngüye düşmesinin esas nedeni, eleştiri ve demokratik katılım kültürünün, üye ve taban iradesinin yok edildiği, kişi kültüne ve şefin mutlak otoritesine dayanan örgüt ve siyaset yapısıdır. Bu örgüt ve siyaset yapısının geleceği zaten olamazdı. Bu yapıyı oluşturan bizzat Öcalan’ın kendisidir. Öcalan, örgüt içinde farklı düşünen ve farklı alternatifler öneren kadroları katletmiş ve kendi kişisel düşüncesini mutlak doğru olarak; üye ve tabana dayatmış, kendisini; her konuda en doğrusunu bilen kişi olarak, örgütün mutlak hakimi durumuna getirmiştir. Öcalan sadece örgüt içinde ‘’tek şef, tek ses’’ siyaseti uygulamadı, bu siyaseti aynı zamanda tüm Kürdistan’da uygulamaya çalıştı. Diğer Kürt örgütlerini ‘’düşman, ajan’ olarak yaftaladı ve saldırdı. Örgütün tek hakimi olmak Öcalan için yeterli değildi, o Kürdistan’ın tek hakimi olmak istiyordu. Bu nedenle diğer Kürt hareketlerinin tasfiyesi Öcalan’ın başlıca hedefiydi.

Öcalan’ın PKK’ya empoze ettiği zor ve şiddet anlayışı, otoriter örgüt anlayışı ile birlikte; PKK’nin tıkanması ve çözümsüzlüğe saplanmasında en önemli faktördür.  Öcalan ‘’Kürdistan’da zorun rolünü kavradım’’ derken, sadece devlete karşı mücadelede zorun rolünü kastetmiyordu. Öcalan; halk içindeki çelişkilerin çözümünde, diğer Kürt hareketlerine ve Türkiyeli devrimci gruplara karşı yaklaşımda da, zorun başat bir mücadele aracı olduğundan bahsediyordu. Bu nedenle, hemen hemen her alanda, PKK’nin temel mücadele aracı şiddet olmuştur. Bu kör şiddet anlayışı, sosyal-siyasal yapıda büyük tahribatlara ve kırılmalara yol açtı; mesela koruculuğun yaygınlaşmasına yol açtı. Diğer taraftan gerilla güçlerinin daralmasına ve büyük kayıplar vermesine neden oldu. Kısacası, otoriter, baskıcı örgüt yapısı; örgüt üyelerinin ve tabanının inisiyatifini ve yaratıcılığını kırarken, kör şiddet de, halkın mücadeleye katılımını ve desteğini zayıflattı. Şiddet politikası aynı zamanda örgüt içinde binlerce infaza ve sivillere yönelik katliamlara yol açtı. Bu çizgi ve özellikle Avrupa’daki eylemler, PKK’nin pek çok ülkede ‘’terörist’’ örgüt olarak görülmesine neden oldu ve dünya kamuoyundaki desteğini zayıflattı. Son 10 yılda, PKK bu noktada olumlu bir dönüşüm gerçekleştirmiş olsa da, eskinin izleri hala silinememiştir. Bugün Öcalan, oluşturduğu bu çizginin tıkanmasının esas sorumluluğunu üstleneceğine, sorunu reel sosyalizmin etkilerinde ve ‘’aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümleri’’ savunmakta görüyor. Öcalan dün olduğu gibi, bugün de kendi düşüncesini örgüte dayatıyor ve kendi tıkanıklığını, çözümsüzlüğünü; örgütün tıkanması ve çözümsüzlüğü olarak gösteriyor.

Öcalan’ın uzlaşmacı siyaseti çözüm üretti mi?

PKK sürecini dikkatle izleyenler bilir ki; 90’lı yılların başlarında PKK’nin silahlı mücadelesi üst sınırlarına dayanmıştı. 1993’ten sonra ise bir daralma sürecine girildiği görülüyordu. Çok büyük katılım, geniş bir alana yayılmış silahlı mücadele ve büyük emek ve fedakarlıklara rağmen, PKK, başta kurtarılmış bölge olmak üzere, hiçbir askeri ve siyasi hedefine ulaşamamıştı. Bu süreçte Türk devleti; ‘’balıkları yok etmek için denizi kurut’’ taktiğine dayanan ve özellikle sivil halkı hedef alan vahşi bir özel savaş başlatmıştı. Elbette bu kirli savaşın da, daralma noktasında önemli bir etkisi olmuştur. Öcalan’ın, bu dönemde, silahlı mücadele ile bağımsızlık elde etme umudunu tümden yitirdiğini düşünüyorum. Öcalan muhtemeldir ki, 1984 yılında başlatılmasına öncülük ettiğinde; silahlı mücadele yoluyla Türk devletinin Kürdistan’dan kovulabileceğine ve bir bağımsız Kürt devleti kurulabileceğine inanıyordu. Fakat 80’li yılların sonunda, Öcalan’ın kafasında devletle barış ve uzlaşma fikrinin giderek öne çıktığını söyleyebiliriz. Devletin de, Öcalan’ın bu eğilimini tespit etmiş olması muhtemeldir. Türk gazetecilerin Öcalan’la röportajları, siyasetçi ve aydınların temasları da bu dönemde başlar. Bu temasların devletten bağımsız olduğunu düşünmeye imkan yoktur.

Öcalan, 1999 yılındaki mahkeme savunmalarında, fikirlerindeki dönüşümü ve bununla bağlantılı olarak devletle temasını anlatıyor. Şöyle diyor Öcalan:

‘’Türk-Kürt ilişkilerinin özgünlüğü, Missak-ı milli gerçeği ve varolan politik ve askeri durum, demokratik sistem altında bir çözümü, tarihi olmak kadar, neredeyse tek yol olarak bırakıyordu…Kaldı ki dolaylı ve giderek pratiği şekillendiren ve bize kadar yansıyan devletin çekirdek yaklaşımı (abç) bu yönlüydü.’’[4]

‘’Hem Türkiye, hem PKK için 1995-96’larda MGK’de seslendirilen ve ordunun yeni yaklaşım içinde olduğuna inandığım ve bize kadar da dolaylı yoldan ulaştırılan konsept, devletin yaşadığı değişimi, PKK’nin de gözönüne getirmesi ve kendisinden beklenen değişime yanıt vermesiydi. Erkenden ve olumlu yaklaşmaya çalıştığım, bana göre ordunun denetiminde Batı tipi bir demokratik gelişme doğrultusunda ortak vatan ve bağımsızlığı tartışmaksızın çözüm arama perspektifiydi. Buna da yetersiz de olsa yetersiz de olsa birkaç sefer tek taraflı ataşkesle yanıt vermeye çalıştım.’’[5]

Öcalan yargıtaya sunulan savunmasında ise, dışardayken MGK ile eşgüdümlü bir çalışma yürüttüğünü açıklıyor:

 "Daha dışardayken kontrol ve denetim yanı ağır bassa da, '96'lardan itibaren MGK konseptlerinde payıma düşeni TV programlarında yoğunca işleyerek yanıt vermeye çalıştım. Örgütü bu yönlü hazırlamaya çalıştım." [6]

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Öcalan 90’lı yılların başından itibaren, silahlı mücadele yolu ile bağımsızlık elde etme fikrinden kopmuştur. Öcalan’ın hedefi artık devrim değil, göreceli olarak demokratikleşmiş Türkiye’deki kurulu düzen içinde yer almaktır. Öcalan bu süreçte, PKK’nin kuruluşunda ilan ettiği bağımsızlıkçı söylemin aksine, giderek Türk-Kürt birliğinden ve kardeşliğinden, Türk bayrağına ve sınırlarına saygıdan bahseder. Mücadele ve savaş söyleminin yerine, ateşkes ve barış söylemi giderek öne çıkar. Bu söylem giderek ‘’Türk-Kürt ittifakı’’ ve Kürdistan’ın varlığını yadsıyan ‘’ortak vatan’’ söylemi düzeyine ulaştı. Öcalan’ın, ‘’Örgütü bu yönlü hazırlamaya çalıştım’’ derken kast ettiği; örgütünü, Türk devletinin ‘’bölücülük, ayrılıkçılık’’ olarak nitelendirdiği, bağımsız Kürdistan fikrinden uzaklaştırmak, Türkiye’deki kurulu düzenle uyumlu ve dolayısıyla bu düzenin içine çekilebilecek bir çizgiye getirme çabasıdır.

Muhtemelen, 1993 yılında, hükümet ve devletin içinden bir kesim de, Kürtlerin kısmi bazı ulusal-demokratik taleplerinin karşılanması ve genel af gibi düzenlemeler karşılığında, savaşın sona erdirilmesinden ve PKK’nin düzen içine çekilmesinden yanaydı. Ancak bu kesimlerin devlet yönetiminde hiçbir zaman tam etkin hale geldiklerini düşünmüyorum. Özal döneminde bu kesimler ve onların söylemleri görece öne çıkmış olabilir. Dahası devletin derinliklerinde etkin olan faşist Kemalist kesimler, bu söylemleri ve reformist kesimlerin sunduğu seçeneği, zor durumlarda başvurulacak bir B ya da C planı olarak görebilirler. Ancak faşist Kemalist kesimlerin A planı hiçbir zaman reform ve uzlaşma planı olmadı. Onların A planı; geleneksel imha, yok etme siyaseti üzerine kuruluydu. Aslında reformist kesimlerin zaman zaman öne çıkması ve Öcalan’ın bu kesimleri esas alarak siyasetine yöne vermesi, ordu ve devlet içindeki bu faşist kesimlerin, Kürt hareketine pusu kurma ve tuzağa düşürme planı olarak görülmese de, o işlevi görmüştür. Bu tuzağın nasıl işlediğini 1999 yılında gördük.

Öcalan’ın yakalandıktan sonraki duruşu daha farklıdır. Yakalanmadan önce de, uzlaşmacı bir çizgiye doğru evrildiği görülüyordu, ancak yakalanmasıyla tümden yenilgi ve teslimiyet psikolojisine kapıldı. Sonradan biraz toparlandı, fakat anlaşılan içerden çıkma hayallerinin suya düştüğü bir noktada, yeniden yakalandığı dönemdeki teslimiyet durumuna döndü. 

1999 yılında yakalandıktan sonra Öcalan, PKK’yı ve gerillayı tümden tasfiye etmeye ve yöneticiler dahil, tüm gerillaları Türkiye’ye getirip devlete teslim etmeye hazırdı. Gerçekten de, kısmi itirazlar olmasına rağmen, o dönem bu güce sahipti. PKK, 2002 yılında, hiçbir zorluk çıkarmadan, Öcalan’ın talimatlarına uyarak, kendisini fesh etti, yerine KADEK kuruldu. KADEK de kuruluşundan bir yıl sonra kendisini fesh etti. Bu süreçte PKK, koşulsuz olarak tüm gerillalarını Kuzey Kürdistan’dan çekti ve ateşkes ilan etti. Geri çekilmeler öylesine ani ve plansız yapıldı ki, çekilme sürecinde yüzlerce gerilla Türk ordusu tarafından katledildi.

O zaman hükümet ve devlet, Öcalan’ın teklifleri ve yol haritası yönünde hızlıca hareket etseydi, PKK ve gerilla çok kısa bir sürede tasfiye edilirdi ya da tam olarak devletin kontrolü altına alınabilirdi. Gerilla tasfiye edilseydi ve ulusal hareket istenilen düzeyde bastırılsaydı, çok büyük olasılıkla, Türk devleti, geleneğine uyarak, Öcalan’ı da ortadan kaldırırdı. Ve tıpkı Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi, son Kürt isyanının lideri Öcalan’ın da mezar yeri bile bilinmezdi. Denilebilir ki; Öcalan bugün hala hayattaysa ve hala devlet tarafından muhatap alınıyorsa, bunun nedeni; Öcalan’a rağmen, PKK’nin ve gerillanın varlığını sürdürmesidir.

Belki de tarihin bir ironisidir; benim görüşüme göre, 2000’li yılların başında, PKK ve gerillanın tasfiyesini önleyen en önemli faktör, Türk devletinin azılı Kürt düşmanlığıdır. Devlet ve özellikle o zaman yönetime hakim olan ordudaki faşist Kemalist kesimler, Öcalan’ın yakalanması ile tam bir zafere çok yakın olduklarını düşünüyorlardı. Bu koşullarda uzlaşma değil, geleneksel imha politikası geçerliydi. Bu nedenle onlar; gerillaları ve yönetici kadroları Türkiye’ye getirtip cezaevlerine atmayı bile gereksiz gördüler. Türkiye’nin içine alınmış gerillalar ve diğer kadrolar teslim bile olsalar, nihayetinde ‘’Kürt isyancılar’’ olarak Türkiye içinde var olacaklardı. Faşist Kemalistler isyancı ve Kürt adlarıyla anılan böylesi bir sosyal grubun varlığına bile tahammül edemezdi. Onların istedikleri tek şey, Türk devletine karşı isyan etmiş bu güçleri tümden imha etmekti. Onlar tıpkı Mustafa Kemal gibi, imhayı esas alıyorlardı.  1999’da devlet, gerillayı sağ bırakıp ‘’beslemek’’ yerine, katletmeyi kendisi için daha kârlı buluyordu.

Devlet, 1999 yılında Öcalan’ın örgüt üzerindeki hakimiyetini görmüş ve bu etkiyi kullanarak PKK’ı kontrol edebileceğini anlamıştı. Dolayısıyla acelesi yoktu. O dönemde, Öcalan elindeyken, PKK’nın Türk devletine zarar vermesi mümkün değildi. Muhtemelen, lidersiz kalan PKK’nin uzun süre yaşayamayacağı, gün geçtikçe zayıflayacağı ve dağılacağı düşünülüyordu. Bu bunalım ve belirsizlik durumunda, mümkün olduğunca çok fazla gerillayı katledecekler, kalanlar da dağılıp gidecekti. Böylece devlet, Öcalan’la muhatap olmayacak, gerillaları Türkiye’ye getirip başına ‘’bela’’ etmeyecekti. Fakat, AKP’nin iktidara gelmesi ve Kemalist kesimlerle siyasal İslamcılar arasında iktidar mücadelesinin keskinleşmesi, bu tasfiye sürecinin duraksamasına yol açtı. Devlet içindeki çelişkilerin yarattığı boşluk ve PKK’nın ilan ettiği tek taraflı ateşkese rağmen, Türk ordusunun saldırılarını sürdürmesi nedeniyle, PKK, 2004 yılında yeniden kuruldu. Ardından PKK, bizzat Öcalan’ın avukatları aracılığıyla gönderdiği talimatla, savaşı yeniden başlattı. Çok büyük ihtimalle, Öcalan’ın bu hamlesi; Türkiye’deki iktidar klikleri arasındaki mücadeleyle bağlantılıydı.

2004-2013 yılları arasında, Öcalan, PKK’yı ‘’ayrılıkçı’’ bir ulusal hareket olmaktan çıkarma ve devletle uzlaşma noktasındaki ısrarını ve çabasını sürdürmüştür. Ancak bu süreçte, PKK’nın ve gerillanın göreceli olarak inisiyatif kazandığını ve kendisini toparladığını söyleyebiliriz.  Bu gelişmenin etkisiyle olacaktır ki, 2010 ve tüm zaaflarına rağmen 2013 ‘’çözüm süreçleri’’ iki taraf arasında sürdürülen siyasi müzakere süreçlerine daha yakın görünüyorlardı. Fakat bu süreçler, hem iktidarın ve hem de Öcalan’ın Kürt sorununa objektif gerçeklik temelinde değil, kendi subjektif çıkarları ya da dar görüşlülükleri açısından bakmaları nedeniyle sürdürülemediler. Özellikle AKP iktidarının, Kürt sorunun boyutlarını ve içeriğini kavrayamaması, buna bağlı olarak bugün olduğu gibi, sorunu Öcalan’ın nüfuzunu kullanarak basit yoldan ve kendi iktidarını sağlamlaştıracak yönde ‘’çözmeye’’ çalışması, başarısızlığın en önemli sebebidir.

 

Tarafların yeni sürece yaklaşımı ve gerçek durum

AKP-MHP iktidarı, yeni girişimi; ‘’Terörsüz Türkiye’’ başlığıyla kamuoyuna sunuyor. Bu söylemini, ‘’birlik-beraberlik, kardeşlik ve Türkiye’nin şahlanışı’’ argümanlarıyla destekleyen iktidar, yeni süreci Kürt ulusal sorununun çözümü ile ilişkilendirmekten özellikle kaçınıyor. İktidar, ortada bir pazarlık olmadığını söylüyor ve sanki karşı taraf ‘’pişmanlık gösterip teslim oluyormuş’’ gibi bir algı oluşturmaya çalışıyor. Öcalan ve PKK’yi özdeş kabul eden iktidar, Öcalan üzerinden taleplerini Kürt ulusal hareketine ve Kürt halkına dikte ediyormuş gibi davranıyor. Öcalan’ın tutumundan ve söyleminden yararlanarak, Kürt tarafını, sadece ideolojik ve siyasi olarak değil, askeri olarak da yenilmiş gibi göstermeye çalışıyor.[7] Kürt halkına, özellikle Kürt gençlerine, isyanın ve direnişin beyhude olduğu, bu yolla bir zafer ve hak elde edilemeyeceği yönünde subliminal mesajlar veriyor. Elbette, Öcalan’ın savrulmaları bu yönlü propagandaya çok uygun bir zemin sunuyor.

‘’Bağımsız, Birleşik ve Demokratik Kürdistan’’ kurma hedefiyle silahlı mücadele başlatmış olan bir liderin, sonuçta bu hedefine askeri olarak ulaşamaması ve neredeyse bütün bu taleplerinden vazgeçip düzenin sınırlarına çekilmesi, elbette, o lider ve onun temsil ettiği siyasal hareket açısından ideolojik ve siyasi bir yenilgidir. Ancak PKK, Türk devleti karşısında askeri olarak yenilmemiştir. Evet, askeri bir zafer kazanmamıştır ama yenilmemiştir de. Türk devleti ise, o büyük askeri, ekonomik gücüne ve uluslararası desteğe rağmen; son Kürt isyanını askeri olarak bastıramamıştır. Belki, Türk devletinin yenilgisinden bahsedemeyiz ancak, en azından askeri alanda istediği hedeflere ulaşamadığı da ortadadır. Ayrıca, zafer sadece askeri başarılarla kazanılmaz. Bugün, Türkiye ekonomisinin ve toplumunun yaşadığı çöküş durumunda, savaşın yarattığı maliyetin etkisi büyüktür. Şimdi, bu ekonomik çöküş durumunu, Türkiye açısından ne olarak nitelendirmeliyiz? Başarı mı, yenilgi mi, zafer mi? Doğrusu, tehditlerine, esip gürlemesine ve Suriye’de kazandığı başağrıtıcı zafere rağmen, Türk devleti, Kürtler karşısında hiç de güçlü bir konumda değildir. Ekonomik ve siyasi kriz, Türkiye’nin geleceğini etkileyecek düzeyde bir istikrarsızlık durumu oluşturmaktadır. Sorun şudur ki, Türk devleti gücünü abartıyor, Kürtler ise kendi gücünü küçümsüyor.

PKK bugüne kadar askeri olarak yenilmemiş ve göreceli olarak askeri alanda kendisini yenileyip güçlendirmişse de, ideolojik ve siyasi olarak Öcalan kültünü ve onun oluşturduğu özel bağımlılık ilişkisini aşamamıştır. Doğrusu, son yıllarda, kurumsal bir ulusal akılın oluşturulduğu yönünde bir izlenim uyandırmıştı, ancak yeni süreç; bu izlenimin doğru olmadığını ortaya koydu. PKK’nın siyaseti ve ideolojisi, askeri pratiğinin bir hayli gerisine düşmüş hatta pratiğine ayak bağı olmuştur. Bugün ise, Öcalan kültü ve özel bağımlılık ilişkisi, PKK’yi askeri olarak da bir tasfiyeye sürüklemektedir. Türk devleti sıcak savaşta yenemediği PKK’yi, Öcalan kültünün yardımıyla askeri bir yenilgiye uğratmak üzeredir. Dünya tarihinde ender görülen bir durumdur bu.

Yeni süreç konusuna dönersek; sorunun tarafları arasında, az çok eşit şartlarda bir siyasi müzakere yürütülmediği açıktır. Öcalan’ın yaptığı çağrı; bir müzakere olmadığının en somut kanıtıdır. Dünya tarihinde bu tarzda bir siyasi müzakerenin yürütülmüş olduğunu sanmıyorum. Hiçbir müzakereci, daha işin başından elini zayıflatan adımlar atamaz. Mesela ordusuna silah bırak, siyasal kurumlarını tasfiye et demez. Aksine, karşı tarafı zorlamak ve varılacak antlaşmaların uygulanmasını güvence altına almak için, bütün bu güçlerini korumaya çalışır. Öcalan tersini yapıyor. Bu kesinlikle bir siyasal müzakere tarzı değildir. Bu daha çok elindekileri tasfiye karşılığında, karşı tarafla bütünleşme, karşı tarafa iltihak; ancak karşı tarafa iltihak ederken, kurulu düzen içinde var olmak için, bazı imkan ve haklar koparma tarzıdır. İktidarın iddiasının aksine, düzeyi ve niteliği ne olursa olsun, bu tarz bir pazarlık sürecinin olduğu aşikardır. Bunu nerden anlıyoruz? Öncelikle; Öcalan’ın son 25 yıllık söylem ve pratiğinden ama aynı zamanda; Devlet Bahçeli’nin çağrısında, Öcalan’ın istenen çağrıyı yapması halinde ‘’umut hakkından yararlanabileceğini’’ söylemesinden. Bu süreçte, konuşulanlardan somut olarak anladığımız en önemli uzlaşma maddesi; Öcalan’ın yaptığı çağrı ve örgütünü tasfiye etmesinin karşılığında büyük bir olasılıkla ev hapsine çıkacak olmasıdır.[8] Bu haliyle pazarlık Öcalan’ın kişisel talepleriyle sınırlıdır. Gerisi ile ilgili, yani demokrasi ve Kürt sorunun çözümü ile ilgili bildiklerimiz tek yanlı söylemlerden ibarettirler.

Yeni sürecin kamuoyuna lanse edilmesinde, iktidar ile Öcalan-PKK cephesi arasında söylemsel bir farklılık dikkat çekiyor. Öcalan ve PKK, yürütülen çalışmayı ‘’barış ve demokratik toplum’’un inşasını amaçlayan girişim olarak, çağrıyı ise; ‘’Asrın çağrısı, Manifesto’’ gibi, var olan gerçeklikle alakası olmayan garip nitelendirmelerle kamuoyuna lanse ediyorlar.

PKK çevreleri, ortada bir müzakere süreci olduğunu ve devletin Öcalan’ın talepleri doğrultusunda; demokratikleşme, normalleşme ve barış doğrultusunda adımlar atacağı yönünde bir kanı oluşturmaya çalışıyorlar.

İktidar çevreleri, ‘’terör bittiğinde’’ iktidarın ayrıca çok fazla bir şey yapmasına gerek kalmadan, coğrafyamızda her şey normale dönecekmiş gibi bir hava estiriyor. PKK ve Öcalan ise, PKK’nin atacağı adımları daha çok, karşılıklı adımlarla yürütülecek bir dönüşüm sürecinin ilk adımları olarak yansıtıyorlar. İmralı heyetinde yer alan S. Süreyya Önder çağrıda yer almayan ama Öcalan’ın kendisine sözlü olarak ilettiği bir mesajı aktardı.

Öcalan’ın mesajı şöyle:

'Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK'nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.'’

Öcalan ayrıca çağrısında, kendi diliyle bir demokratik siyasal sistemin inşasının gerekliliğini dile getiriyor:

‘’Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır… Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir…’’

Kullandığı ‘’Demokratik toplum’’ gibi belirsiz kavramı bir yana bırakırsak, nihayetinde biz, Öcalan’ın daha demokratik bir siyasal düzenden yana olduğunu ifade etmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Kuşkusuz, hem Öcalan’ın sözlü aktarılan mesajı hem de çağrıda yer alan demokrasi talebi göreceli bir olumluluk taşıyor. Bu açıklamalar, iktidarın demokratikleşme doğrultusunda adımlar atacağı yönünde halkta umut uyandırmakta ve bu yönde bir beklenti oluşturmaktadır. Fakat, iktidarın son 20 yılda sürdürdüğü otoriter ve totaliter gelişme eğilimi, devletin ve rejimin bugünkü niteliği ve de; Öcalan’ın geçmiş ‘’çözüm süreçleri’’nde izlediği çizgi, çağrıda demokrasinin geliştirilmesi ile ilgi sözlere, pratikte temenni olmaktan öte bir anlam vermemektedir. Bu süreçlerden ve çağrılardan çıkardığımız sonuç şudur: Öcalan için iktidarın demokratikleşme yönünde adımları atması, olmazsa olmaz bir koşul ya da bir kırmızı çizgi değildir.

Bu tespiti yapmak için elimizde fazlasıyla veri vardır. Mesela, Öcalan, PKK’nın atması gereken adımlar konusunda kesin konuşurken, iktidarın yükümlülükleri konusunda ucu açık ve bağlayıcı olmayacak bir tarzda konuşmaktadır. Bu yöntem, hemen hemen aynı biçimde 2013 ‘’çözüm süreci’’nde uygulandı. 2013’de ateşkes, sınırların dışına çekilme ve fesih gibi konularda PKK’nın önüne somut ve tarihi belli görevler konuldu. Ancak iktidarın atması gereken adımlarla ilgili olarak ‘’Dolmabahçe Mutabakatı’’ denilen aslında, mutabakat değil de, temenni ve dileklerden ibaret olan, en fazla bir müzakerenin görüşme başlıkları olabilecek bir listeden başka bir şey olmayan, bir metin hazırlandı. Nihayetinde de iktidar ‘’mutabakat diye bir şey tanımıyorum’’ diyerek, listeyi çöp tenekesine attı.

Ancak, Öcalan, devletin atması gereken adımlar noktasında bağlayıcı bir görüş ortaya koymasa da, PKK’nin ve özellikle KCK Eş Başkanı Besê Hozat’ın süreçle ilgili açıklamalarında, silah bırakma ve fesh kararının iktidarın hukuk ve demokratikleşme alanlarında atacağı adımlara bağlı olduğu yönünde güçlü ifadeler vardır.   PKK, Öcalan’ın yaptığı çağrı ile ilgili olarak; ’Çağrının içeriğine olduğu gibi katılıyoruz ve kendi cephemizden çağrının gereklerine uyacağımızı ve uygulayacağımızı belirtiyoruz’’ demekte ve ardından ‘’Fakat başarı için demokratik siyaset ve hukuki zeminin de uygun olması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz’’[9] demektedir.  KCK Eş Başkanı Besê Hozat’ın açıklaması ise daha somuttur: "PKK'nin silah bırakmasının temel bir gerekliliği, demokratik siyaset ve hukuk boyutunun oluşmasıdır. Bu oluşmadan PKK silah bırakamaz, kendisini feshedemez. Bu çok nettir”[10]

İmralı’da Öcalan’la devlet arasında yapılan görüşmelerde ‘’silah bırakma ve fesih’’ kararının uygulanması için önkoşul olarak; hukuk ve demokratikleşme yönünde adımlar atılması yönünde bir bağlayıcı mutabakat olduğundan emin değilim. Yazılı metinde bu konulara değinilmişse de, PKK’ya yapıldığı türden bağlayıcı türden bir çağrı iktidara yapılmamıştır. Öcalan bu konudaki görüşlerini sözlü olarak iletmiştir. Fakat İmralı’da konuşulanlar bir tarafa, bir ölçüde PKK ama net bir şekilde KCK, demokratikleşme ve hukuki alt yapı oluşturulmadan, silah bırakıma ve fesih kararının uygulanmayacağını açıklamıştır. Bu açıklamalar, süreci göreceli olarak daha ciddi ve tutarlı bir siyasi müzakere sürecine dönüştürebilir. Ya da sona erdirebilir.

İki tarafın süreci tanımlama, hedeflerini belirleme ve yol haritası noktalarında farklılaştıkları görülüyor. Hem iktidarın ve hem de PKK’nin, süreci kendi tabanına benimsetme ve kamuoyunda destek bulma açısından, farklı söylemler geliştirmeleri bir yere kadar anlaşılır. Dahası, taraflar farklı görüşlerle müzakereye oturabilirler ve süreç içinde; görüşmeler ve diğer siyasal baskı yöntemleriyle kendi görüşlerini ve taleplerini kabul ettirmeye çalışabilirler. Bu da anlaşılabilir. Fakat nihayetinde, bu sürecin üzerinde inşa edildiği bir ortak zeminin ve ulaşılmak istenen ortak hedeflerin olması gereklidir. Başka türlü sorunların çözümünden ve bir müzakereden bahsetmek mümkün olmaz. Taraflar arasında, süreci tanımlama, amacını, hedeflerini kamuoyuna izah etme noktasında ciddi bir açıklık vardır. Bu açıklığın reel düzlemde nasıl kapatılacağı belirsizdir. Bu konuda ne tarafların açıklamalarında ne de Öcalan’ın çağrısında somut bir ifade göremiyoruz. Bu açıklığa rağmen, özellikle iktidarın hiçbir ciddi adım atmadan süreci sonuca ulaştırma yaklaşımına rağmen, bir uzlaşmaya ya da çözüme varılacağı yönünde bir söylem geliştiriliyorsa, bu ancak bir tarafın koşulsuz ya da minimum taleple bir tarafa teslim olması ile mümkündür.

 


[1] Siyasetçiler tarafından direk olarak ‘’teslim ol’’ çağrısı yapılmamışsa da, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler açıkça ‘’kayıtsız şartsız teslim olun’’ çağrısı yaptı. Daha doğrusu ‘’emretti’’. MSB Güler şunları söylüyor: "Terör örgütü PKK ve farklı coğrafyalarda ve isimler altında faaliyet gösteren tüm uzantıları, nerede olduklarından bağımsız olarak bir an önce fesih kararını almalı, derhal ve koşulsuz olarak silahlarını teslim etmelidir. Aksi yöndeki hiçbir açıklama ve eylemin bir karşılığı yoktur ve olmayacaktır" dedi. Türkiye Gazetesi, 15 Mart 2025. (https://www.turkiyegazetesi.com.tr/guncel/bakan-gulerden-teror-orgutu-pkkya-net-mesaj-ateskes-yok-silahlari-teslim-edin-1101658 )

Murat Karayılan, 17 Mart 2025 tarihinde Sterk Tv’de yayınlananı programda, askerlerin megafonla gerillalara ‘başkanınız açıklama yaptı; siz de gelin bize teslim olun’ diye seslendiğini açıkladı. Selahattin Erdem imzasıyla, 13 Mart 2025 tarihli Özgür Politika gazetesinde ‘’Kurşun namludayken silah nasıl bırakılır?’’ başlığıyla yayınlanan yazıda belirtildiğine göre, Türk ordusu, gerilla bölgelerine havadan ‘’teslim ol’’ çağrısı içeren bildiriler atıyormuş. (https://www.ozgurpolitika.com/haberi-kursun-namludayken-silah-nasil-birakilir-198557)

 

[2] Öcalan, 1999 yılındaki savunmasında yakalandıktan sonra kendisinin ve PKK’nin oynadığı rolü 1920'lerdeki "Kuvva-i Milliye" gücüne atfen "Kuvva-i Demokrasiye rolü" olarak nitelendiriyor. Ona göre geliştirdiği yeni çizgi "bölücülük değil, belki Türkiye ve Türkler ile en büyük birlik olma, güçlü olma, yeniden Ortadoğu'dan Kafkasya'ya, Balkanlara önder olma hareketi(dir)…’’ Kuşkusuz Öcalan’ın burada ‘’incelikle’’ kullandığı ‘’önder olma’’ ifadesi gerçekte, Osmanlı döneminde olduğu gibi ‘’hükmetme, sahip olma’’ anlamına gelir. (A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanên Serxwebun, s.30.)

 

[3] A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanên Serxwebun,  s. 11-12

[4] A. Öcalan, Savunmalarım, Demokratik Çözüm Sürecinde Bir Dönemeç, Weşanên Serxwebun, 1999 2. Baskı, s. 10

[5]  A. Öcalan, Savunmalarım, Demokratik Çözüm Sürecinde Bir Dönemeç, Weşanên Serxwebun, 1999 2. Baskı, s. 70

[6] A. Öcalan'ın, Yargıtay Başkanlığı ve 9. Ceza Dairesi'ne sunulan savunması, Serxwebun, Ekim 1999 tarihli yazı.

 

[7] İktidarın bu yönlü düşüncesini en açık biçimiyle dile getiren, Erdoğan'ın başdanışmanı Mehmet Uçum’dur. Uçum, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şunları söylüyor:

"Öcalan’ın açıklaması baştan beri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Sayın Bahçeli’nin ifade ettiği Devlet İnisiyatifinin çizdiği çerçeveye ve içeriğe uygun oldu.

Açıklamada özü itibariyle; kimlik sorunu kalmadı, inkar bitti, iki ulus yok, iki resmi dil yok, iki vatandaşlık yok, özerklik talebi yok, federasyon talebi yok, denildi. Üniter Devlete sahip çıkıldı. Türkiye’de inkar ve redde dayalı ifade edilen iç Kürt sorunu çözülmüştür, konu demokrasidir, devletle ve toplumla bütünleşmektir, demokrasiyi geliştirmektir, vurgusu yapıldı. Tüm grupların silahları bırakması ve terör örgütünün kendini feshetmesi kesin bir dille ifade edildi. Bunun anlamı terör yoluyla Türkiye’ye dayatılan, Türkiye’yi bölmeyi amaçlayan ve bir emperyalist proje olan dış Kürt sorunun da bitme yoluna girmesidir, terör tamamen tasfiye edilince bu da bitecektir ve bunun ilanı yapıldı.’’ (https://www.cumhuriyet.com.tr/amp/turkiye/son-dakika-saraydan-cagri-sonrasi-ilk-ocalan-aciklamasi-kurt-2304532)

 

[8] Öcalan ev hapsine çıkabilir ve yaşam koşulları iyileştirilebilir. Ancak, Öcalan’ın tam olarak serbest kalabileceğini düşünmüyorum. Hele hele Güney Kürdistan’a geçişine izin verileceğine kesinlikle ihtimal vermiyorum. Öcalan bir daha özgür olmayacak ve hayatı boyunca Türk devletinin kontrolü altında yaşayacaktır. Tuhaf bir durum, Öcalan örgütü ve Kürtlerin önemli bir kesimi üzerinde mutlak bir hakimiyete sahip olduğunu gösterip, devleti bu konuda ikna etmeye ve kendimi kurtarmaya çalışırken, kendisini ömür boyu devletin elinde bir şekilde esir kalmaya mahkum etmektedir. Çünkü devlet, Kürtleri böylesine kontrol eden bir kişiyi asla tam olarak serbest bırakmak istemeyecektir.