Desteklediği cihatçı teröristlerin Suriye'de yönetimi ele geçirmesi ile birlikte "zafer" kazanmış havasına giren faşist rejim, her alanda giderek pervasızlaşıyor.
Ahmet Aydın
29 Ocak 2025
Desteklediği cihatçı teröristlerin Suriye'de yönetimi ele geçirmesi ile birlikte "zafer" kazanmış havasına giren faşist rejim, her alanda giderek pervasızlaşıyor. Rejimin şefleri, Kürtlere, ‘’yoksa gömeriz’’ tehditleri eşliğinde ‘’teslim olun’’ çağrısı yapıyorlar. Bütün bu tehditlerden öte, Türk devleti bugünlerde Rojava Kürdistanı’na karşı yoğun bir savaş yürütüyor. Bölgede sivil insanları ve baraj, enerji hatları, tahıl depoları gibi sivil yaşamın altyapı tesislerini hedefliyor, katliamlar gerçekleştiriyor. Desteklediği cihatçı teröristler Suriye’deki Aleviler karşı açık bir soykırım saldırısı yürütürlerken, Türk devleti; en tepedeki şefleri eliyle, bu saldırıları meşrulaştırıyor ve soykırımın üstünü örtmeye çalışıyor. Güney Kürdistan’da da gerillalarla Türk askerleri arasında yoğun çatışmalar yaşanıyor.
Türk devleti, Suriye’de izlediği yayılmacı ve sömürgeci emellerini artık gizleme gereği duymuyor. ‘’Suriye zaten bizimdi’’ anlayışı ya da Halep ve Şam’ı Türkiye’nin bilmem kaçıncı ili ilan eden anlayış, bu devletin ve toplumun önemli bir kesiminin zihin dünyasını açığa vuruyor. Bu anlayışın ve güdülen yayılmacı emellerin Suriye ile sınırlı olduğunu söylemek saflık olur. Türk devletinin bu anlayış ve emellerinin kapsamını, en açık biçimiyle, bu devletin bugünkü Kürdistan siyasetinde görüyoruz. Çünkü, Türk devletinin bugünkü Kürdistan siyaseti artık, çok büyük ölçüde, onun bölgeye dönük sömürgeci-emperyalist emelleri ve politikaları tarafından koşullandırılmaktadır.
Türkiye’nin bölgesel hakimiyet stratejisinin spesifik hedefi, Kerkük-Musul petrolleri başta olmak üzere, bölgedeki petrol kaynaklarını ele geçirmektir. Bu hedefe ulaşmak, ‘’oyun kurucu’’ ya da ‘’birinci ligde oynayan’’ emperyalist Türkiye’nin inşası için gerekli ve zorunlu bir koşuludur. Emperyalist Türkiye amacından öte, Türk devlet aklı; ‘’büyümezsek küçülürüz’’ ya da ‘’bölünürüz yok oluruz’’ noktasına gelmiştir. Gelinen aşamada, Türk devleti, Kürdistan ve Kürt ulusunu, bu stratejik rotasının önündeki en büyük engellerden birisi olarak görmektedir. Ki gerçekten de, kendi öz yönetimini kurma kararlılığında olan Kürt ulusal güçleri ve buna destek veren Kürt ulusal varlığı, Türk devletinin yayılma siyasetin önündeki en büyük engeldir. Sadece Suriye pratiği bile, Türk devletinin bu gerçekliği anlaması için yeterlidir. Türk devleti, Rojava Kürdistan’ını kontrol altına alamdan Suriye’yi gerçek anlamada kontrol edemeyeceğini görmüştür. Bölgesel planda, Türkiye; Kürdistan’ın en azından üç parçasını hakimiyeti altına almadan bölgesel hakimiyet stratejisini uygulayamaz. Bu bizi şu sonuca götürür: Kürdistan ve Kürt ulusu, Türk devletinin iç ve dış siyasetinin düğüm noktasında yer almaktadır. Dolayısıyla, Türkiye, dün, büyük ölçüde sadece Kuzey Kürdistan’a karşı uyguladığı sömürgeci-soykırımcı siyasetini, şimdi Kürdistan’ın bütününe yaymak zorundadır. Bu durumda, tüm ‘’barış ve çözüm’’ söylemlerinin aksine, Kürt ulusuna Türk devleti tarafından yöneltilen tehdit, en kritik ve tehlikeli düzeyine ulaşmıştır.
Bazı Kürt siyasetçileri, Türk devletinin bu yayılmacı siyasetini ve bu siyaset dolayısıyla Kürt ulusuna yönelik geliştirdiği tehdidi görüyorlar. Onlar bu tehdidi bertaraf etme adına, Türk devletine, yayılmacı siyasetini Türk-Kürt ittifakı temelinde uygulaması teklifinde bulunuyorlar. Bu siyasetçiler Türkiye’nin yayılmacı ve sömürgeci siyasetine karşı çıkmak yerine, bu siyaseti Kürtlerle işbirliği içinde hayata geçirmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu savunuya göre, Kürtler, tıpkı Selçukluların Anadolu’ya hakim olmasına yardımcı oldukları gibi, Türk devletinin bölgesel hakimiyet kurmasına yardımcı olurlarsa, en azından varlıklarını sürdürebilirler ve belki bölgedeki yağmadan da bir pay alırlar. Açıktır ki, bu anlayış ilerici-demokratik bir anlayış değildir. Ne yazık ki, bu siyasetçiler, Türk devletinin tek millet esası üzerinde kurulmuş, soykırımcı bir geleneğe sahip bir ulus devlet olduğunu unutarak, büyük bir gaflete düşüyorlar. Diyelim ki, Türk devleti, Kürt varlığını ve özerk yönetimlerini tanıdığını ilan etti ve Kürtlerle işbirliği yaparak Ortadoğu bölgesinde hakimiyet kurdu, peki sonra ne olacak? Güçlenmiş bir Türkiye, Kürtler hakkında ne düşünür ve Kürtlere ne yapar?
Türk devletinin dış siyaseti, Ortadoğu bölgesinde yaşanan çalkantıdan azami derecede yararlanmak isteği nedeniyle, giderek daha militarist, saldırgan ve yayılmacı bir rotaya girmiştir. İçerde ise, yine dış siyasetle bağlantılı olarak, rejimin otoriter ve totaliter yapısı pekişti. Yurtsever-devrimci muhalefet başta olmak üzere, tüm muhalefet kesimleri üzerindeki baskı iyice ağırlaştı. Siyasetçiler ve basın mensupları hatta sanatçılar, bu baskının öncelikli hedefidirler. Aslında uzun bir zamandır Kürt basını üzerinde, açık bir yargı-polis terörü estiriliyor. Nerdeyse her gün, Kürt gazetecilerinin evleri ve kurumları basılıyor; toplu gözaltı ve tutuklamalar yaşanıyor. Rojava ve Güney Kürdistan’da da pek çok Kürt gazeteci, Türk SİHA’larının hedefi oldu ve katledildi. Siyasetçiler düşüncelerini açıkladıkları anında haklarında soruşturmalar, siyaset yasağı ve çeşitli hapis cezaları istenen davalar açılıyor. Yargı-polis mekanizması, siyasetçilere ve basın emekçilerine karşı adeta bir giyotin gibi kullanılıyor.
Devrimci-yurtsever, demokrat muhalefete, siyasetçilere ve basın mensuplarına yönelik bu saldırılar, aslında, rejimin ekonomik ve siyasal alanda oluşturduğu yıkımdan derin bir biçimde etkilenen emekçilerin ve diğer yoksulların isyanından duyulan derin korkunun bir ürünüdür. Halkın ileri kesimlerini susturup sindirerek, örgütlü yapıları dağıtarak ve gerçekleri halka açıklayan basını susturarak, aslında halkı susturmak, sindirmek ve iradesizleştirmek istiyorlar. Kürt ulusal hareketine karşı yapılan ‘’teslim ol’’ çağrısı, aslında geniş anlamda tüm topluma yapılmış bir çağrıdır. Çünkü, otoriter ve totaliter bir anlayış üzerinde inşa edilen bu faşist rejim, gücü ve yönetim erkini tek elde toplamak ve tüm toplumu tek bir şefin emir-komuta zinciri altına sokmak istiyor. Böylesi bir yapıda, mutlak otoritenden özerk ve farklı düşünen bir yapıya yaşam hakkı yoktur. Bu olgunun somut kanıtlarını, basın mensuplarının ve siyasetçilerin susturulmasına ve sindirilmesine yönelik baskılarda ve özellikle yerel yönetimlerin gasp edilmesi siyasetinde görüyoruz.
Yerel yönetimlerin gaspı öncelikli hedef
Faşist rejim, DEM Patinin elindeki belediyelere karşı, özel ve sinsi bir el koyma siyaseti izliyor. Adım adım ilerleyen ve sözde hukuki bir sürece dayandırılmış gibi gösterilen, sinsi bir süreç işletiliyor. Kürdistan illerindeki belediye başkanlarına karşı daha seçildikleri ilk günden başlamak üzere, yargı ve polis eliyle kumpaslar kuruluyor ve görevden alınmaları için sözde hukuki dayanaklar oluşturulmaya çalışılıyor. Uyduruk ve keyfi yargı karaları veriliyor, sonra da siyasal iktidar bu kararları gerekçe olarak göstererek, belediye yönetimlerini gasp ediyor. Kısacası, faşist iktidar kendi çalıp kendisi oynuyor, ya da kendi kendisinin yalancı şahidi oluyor.
Bugün Kürt halkına karşı yürütülen kayyum saldırısının yeni bir adımıyla karşı karşıyayız. DEM Parti’nin yönettiği Siirt belediyesine kayyum atandı. Bu uygulama vesilesiyle kez daha altını çizerek belirtelim: AKP-MHP faşist iktidarı, seçme-seçilme hakkını ve seçim sistemini görünüşte korusa da, fiilen ortadan kaldırmıştır. Yaşanalar, bu iktidarın hedefinin, muhalefetsiz ve seçimsiz bir rejim inşa etmek olduğunu açık olarak gösteriyor.
Çok büyük bir olasılıkla, gelecek seçimlere kadar, sadece DEM Parti'nin elindeki belediyelere değil, muhalefetin elindeki belli başlı belediyelere de, adım adım kayyum atanacaktır. Gidişat bu yöndedir. Anlaşıldığı kadarıyla, muhalefeti büyük ölçüde etkisizleştirip, karşılarında ciddi bir alternatif bırakmadan seçimlere girip kazanmayı planlıyorlar.
Doğrusu, bu iktidar karşısında, burjuva demokratik anlamda, alternatif legal bir siyasal muhalefet kalmadı. Yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP, yeni yönetiminin, dayandığı sermaye ve güç çevrelerinin rejimle bütünleşme isteği doğrultusunda geliştirdiği uzlaşma siyasetiyle, siyasi anlamda etkisizleşmiştir. Bu partiye, artık bir muhalefet partisi demek bile zordur. Burjuva muhalefeti, pratik anlamda, göreceli olarak bir alternatif sunduğu ve iktidar karşısında tutunduğu yerel yönetim alanından da tasfiye edilirse, hemen hemen tümden etkisizleşecektir.
Ana muhalefet partisi olarak lanse edilen CHP’nin, legal siyaset alanında demokrasi güçlerini birleştirmesi ve demokrasi mücadelesine öncülük etmesi; sınıfsal temeli, ideolojik-siyasal çizgisi ve kadrolarının yapısı nedeniyle mümkün değildir. Halkın ve ilerici-demokrat muhalefet kesimlerinin, bu konuda artık boş hayallere kapılmayı bırakması gerekiyor. Demokrasi mücadelesine öncülük görevi her alanda, devrimci-demokratik güçlerin omuzundadır. Bu güçler tutarlı ve bağımsız bir blok oluşturup, halkla bütünleşebilirlerse ve demokrasi mücadelesini geliştirebilirlerse, CHP ve diğer burjuva demokrat güçler, çok tutarlı ve güvenilir bir konumda olmasalar da, bir ittifak bileşeni olarak demokrasi mücadelesine çekilebilirler. Faşizmin alt edilmesi için, bunun dışında bir seçenek görülmüyor.