05
Pzt, May
7 New Articles

YILMAZ GÜNEY VE SANAT

Sanat
Typography
  • Smaller Small Medium Big Bigger
  • Default Helvetica Segoe Georgia Times

Yenigüney Gazetesi /21 Eylül 2023

Sanat denince, hele de sanatın sinema dalında ilk aklımıza gelen Yılmaz Güney olur.

Denilebilir ki; Yılmaz Güney sanatın birçok dalında birçok eserler üretmiş büyük bir değer. Güney, sadece sinema alanında değil, edebiyat dalında, edebiyatımıza katkı sunan bir kişilik, büyük bir değer.

Yılmaz güney, 68 kuşağı liderlerinden biriydi. Mil­yon­lar­ca insan onu si­ne­may­la ta­nı­yor, onun oynadığı roller ve ya­pıt­la­rın­da ken­di­ni bu­lu­yordu. Bizler de Yılmaz Güney’in hayranı olarak, onun sinemada canlandırdığı rolleri kendi yaşantımızda taklit ediyorduk.

Yıl­maz Gü­ney, “Kül­tür dün­ya­yı de­ğiş­tir­me ça­ba­sı­nın ürü­nü­dür ve ay­nı za­man­da ye­ni­den de­ği­şi­mi­nin en te­mel öğe­si­dir”

Sa­nat, kökenini yaşamdan, gü­cü­nü ve et­kin­li­ği­ni ise yaşamdan, yaşamımı sorgulamaktan, hesap sormaktan, çözüm sunmaktan alır.

Sanatın temelini oluşturan sanatçılardır. sa­nat­çı­lık, bir tut­ku, bir he­ye­can, ka­rar­lı ça­lış­ma ve top­lu­mun res­mi egemen an­la­yış­la­rı­na, ide­olo­jik ka­lıp­la­rı­na, ge­le­nek­sel ta­nım­la­rı­na mey­dan oku­ma işi­dir. Sa­nat­çı yaratıcı olan, sürekli kendini yenileyen, kendine yeni değerler katandır. Sa­nat­çı, ay­nı za­man­da, top­lum­da­ki çe­şit­li so­run­la­rın, dile getiren, onlara çözüm yolunu sunandır. Bu an­lamıyla, ce­sa­ret ve ka­rar­lı­lık, sa­nat­çı­nın ki­şi­li­ği­ni be­lir­le­yen temel özelliklerdir.

Güney, sanat ve sanatçını toplumsal gelişme ve toplumsal değişmelerdeki rolü ve önemine şöyle vurgu yapıyordu;

“Sa­nat tek ba­şı­na dev­rim yap­maz, fa­kat doğ­ru bir çiz­gi­ye, dün­ya hak­kın­da doğ­ru bir si­ya­si gö­rü­şe sa­hip olan bir sa­nat­çı, eser­le­ri yo­luy­la, halk­la, kit­le­ler­le çok güç­lü bağ­lar ku­ra­bi­lir. Ve bu bağ­lar da çok si­ya­si ola­bi­lir. Bu an­lam­da sa­nat si­ya­si pro­pa­gan­da ve si­ya­si aji­tas­yon için ya­rar­lı ola­bi­lir; an­cak aji­tas­yon ve pro­pa­gan­da­yı ba­sit ve ku­ru an­la­mıy­la ele al­ma­yı red­de­di­yo­rum-o za­man sa­nat ol­mak­tan çı­kı­yor. Yi­ne bu an­lam­da ger­çek­ten dev­rim­ci sa­na­ta sa­hip ol­du­ğu­muz­da, sa­de­ce kit­le­le­ri de­ğil di­ğer sa­nat­çı­la­rı da et­ki­le­ye­bi­lir­si­niz. Si­ya­si bi­linç için or­ta­mı ha­zır­la­mış olur­su­nuz. Bu an­lam­da, sa­nat bir si­lah­tır, tü­fek­tir; fa­kat sa­na­tın ken­di­ne öz­gü bir di­li var­dır, sa­de­ce sa­na­ta ait olan bir dil. Bu di­le ta­ma­men ve mut­la­ka say­gı gös­te­ril­me­li­dir. Sa­na­tın di­li­ne say­gı gös­ter­mez­se­niz, o za­man bu si­lah si­zi öl­dü­rür. Ge­ri tep­me özel­li­ği var­dır.’’ Diyerek sanatın hassasiyetini ve önemini dile getiriyordu.

Kapitalist toplumlardaki sanat anlayışını da şöyle anlatıyordu; “Ka­pi­ta­list top­lum­da her­şey alı­nır, sa­tı­lır. fie­ref, ah­lak, na­mus, ün…her şey. Ge­çer­li tek de­ğer öl­çü­sü pa­ra­dır. Ün­lü olan, ünü­nü şu ya da bu bi­çim­de pa­ra­ya çe­vir­mek is­te­ye­cek­tir. Ka­pi­ta­list top­lum­da ola­ğan ve do­ğal­dır bu. Ka­dı­nın ve er­ke­ğin, cins­le­ri­ne ve cins­le­ri­nin avan­taj­la­rı­na gö­re ün­le­ri­ni de­ğer­len­dir­me yol­la­rı var­dır. Üs­te­lik çeş­me akar­ken ko­va­sı­nı dol­dur­ma­yan “ena­yi”dir. Anlayışı vardır.

Duyarlı bir sanatçı için sanat ve sanatçı anlayışını ve kişiliğini şöyle nitelendiriyordu; ’’Bir sa­nat­çı için so­run, sö­mü­rü­den ya­na mı, yok­sa kar­şı­sın­da mı yer al­ma­sı so­ru­nu­dur. So­run, sö­mü­rü çar­kı­nın süs­lü bir vi­da­sı mı, yok­sa sö­mü­rü çar­kı­nı kır­ma­nın yağ­lı, ge­re­kir­se kan­lı bir vi­da­sı mı ol­mak­tır. Ken­di var­lı­ğı­nı ve ra­ha­tı­nı, sö­mü­rü çar­kı­nın iş­le­me­sin­de gö­ren­ler, el­bet­te­ki bu dü­ze­nin tür­kü­sü­nü söy­le­ye­cek­ler, ün­le­ri­ni, ye­te­nek­le­ri­ni ve gü­zel­lik­le­ri­ni, top­lum­sal iliş­ki­le­ri­ni ka­pi­ta­list­le­rin em­rin­de, ken­di­le­ri­ne çe­şit­li ne­den­ler­le ya­kın­lık du­yan, sı­nıf bi­lin­ci­ne he­nüz er­me­miş halk kit­le­le­ri­ni al­dat­mak için bir et­ki ara­cı ola­rak kul­la­na­cak­lar­dır. Bu­ra­da ta­yin edi­ci olan sa­nat­çı­nın ni­te­li­ği­dir.” Şeklinde yorumluyordu.

Bu anlamıyla Yılmaz Gü­ney, ger­çek­te bü­yük bir si­ne­ma us­ta­sıydı denilebilir. Özellikle umut filmiyle eski sinema anlayışını yerle bir ediyor, sinemaya yeni bir anlayış getiriyordu.

1963 dönemiyle, filmlerinde ezilen, hor görülen bir “Anadolu çocuğu”nun otoriteye başkaldırısını işledi. “Çirkin Kral” lakabını aldığı bu dönemde en önemli çalışması, Lütfü Akad’ın yönettiği ve kendisinin yazdığı bir film olan “Hudutların Kanunu” oldu. “Çirkin Kral” olarak nam saldığı bu yıllarda oyunculuğunu geliştiren Yılmaz Güney, abartısız ve yalın oyunculuk anlayışı sayesinde Türk sinemasına yeni bir soluk getirdi.

Cezaevinden çıktığı yıl “Arkadaş” filmini çekti.

Güney, umut filmiyle bir yandan ülkemizde yaşanan yokluk, yoksulluğunun hangi boyutlara ulaştığını anlatırken, diğer yandan ülkemizde adalet sisteminin nasıl işlediğini, kimlere hizmet ettiğini ortaya koyuyordu.

Fransa’da geçirdiği süre zarfında Cannes’da ödül aldığı “Yol” filminin kurgusunu tekrar yaptı.

1983’te, bir hapishanede yaşananları anlattığı ve Fransız hükümetinin de desteğini alarak senaryosunu yazıp yönettiği “Duvar” (“Le Mur”) filmini çekti.

 

Cezaevinden firar ettikten sonra “ülkeye dön” çağrılarına uymadığı için 1983’te Türk vatandaşlığından çıkartılan Güney, ölümünden yıllar sonra, 1993 yılında tekrar vatandaşlığa alındı.

1984’te mide kanserinden vefat eden Yılmaz Güney, son yıllarını Paris’te geçirdi. Mezarı da, Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda bulunuyor.’’

 

Sanat ve edebiyat adına ülkemiz için büyük kayıp. Ruhu şad, mekanı huzur olsun. Saygıyla, özlemle anıyorum…

 

Kaynak: https://yeniguneygazetesi.com/yilmaz-guney-ve-sanat/