Güncel
Diğer Haber ve Analizler
-
-
Katliamda yaşamını yitirenler Dersim’de ağıtlarla anıldı
-
-
Devletin propaganda aygıtları ile Apocu propaganda aygıtları, Kürt ulusal varlığına karşı aynı propaganda argümanlarında birleşmiş gözüküyorlar. Böylece, Öcalan’ın ‘’devletle bütünleşme’’ siyasetinin ne anlama geldiğini de anlamış oluyoruz.
Öcalan ve çevresinin, Marksizm'den tümden kopma çabası içinde olduğu açıktır. Elbette bu kopuş, Öcalan'ın ulusal taleplerden vazgeçme ve Türk devleti ile bütünleşme siyasetinin dayattığı bir zorunluluktur. Sınıf mücadelesini, sermayenin iktidarı ile halk arasındaki çelişkileri, sömürgecilerle ezilen Kürt ulusu arasındaki çelişkileri yadsımanız ya da bu çelişkileri uzlaşır hale getirmeniz için, diyalektik ve tarihsel materyalizmi ret etmeniz zorunludur. Öcalan, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bilen insanların, faşist bir devletle bütünleşme siyasetine evet diyemeyeceklerini çok iyi biliyor. Bu nedenle öncelikle bu bilinci köreltmeye çalışıyor. Felsefe diye, eklektik ve süslü bir söz yığınını örgütünün ve Kürt halkının başına döküyor. Amacı, halkı ve örgütünü sersemleterek gütmektir.
Ahmet Aydın
10 Haziran 2025
Öcalan'ın PKK'nin 12. Kongresine sunduğu ''perspektif'' yazısının özellikle felsefeye ve pozitif bilimlere ilişkin bölümleri, tam bir ''bulamaç çorbası'' niteliğindedir. Şimdi bu çorbanın aşçılarından birisinin de, Öcalan’ın yanına götürülen tutsaklardan Zeki Bayhan olduğunu, Yeni Yaşam gazetesinde çıkan bir röportajdan[1] anlıyoruz.
Zeki Bayhan ''ilişkisel diyalektik'' diye bir kavram üretmiş. Ve o diyor ki, ''Bu kavramsallaştırmaya, yeni paradigmal bakış açısının klasik diyalektikten farklarına işaret etmek için gittim.'' Bellidir ki, Zeki Bayhan ''klasik diyalektik'' derken Marksist diyalektik yöntemden bahsediyor. Esasında bir kişi 'ilişkisel diyalektik'' kavramını kullandığı anda, felsefe defterini kapatıp, aşçılık defterini açmış olur. Çünkü; diyalektiğin birinci yasası; ''Karşılıklı etki ve evrensel bağlantı yasası''dır. Bu yasaya göre, evrendeki her şey birbirine bağlıdır ve birbirini etkiler. Bu durumda bu arkadaş diyalektiğin önüne ''ilişkisel'' sıfatını getirerek, ''klasik diyalektik'' ile kendi ''yeni paragdima''sı arasına nasıl bir ayrım koymuş oluyor ki? 'İlişkisel diyalektik'' kavramı, biraz zorlamayla en fazla ''ilişkiselliğin ilişkiselliği'' anlamı taşır. Böylesi bir kavramsallaştırma da, Marksist diyalektik yöntem açısından bir anlam taşımaz.
Zeki Bayhan devamında diyor ki, ''Bakış açısında bütünü görme! Ama hangi bütün ve nasıl? Çelişkiyi oluşturan tarafları -bu noktada çelişkiyi çatışan iki tarafta sınırlı tutan klasik bakış açısını eksiklik gördüğümü belirtmem lazım- birlikte görmekten bahsediyorum. Bu; parçaları, parçaların birbiriyle ilişkileri ve tümünün oluşturduğu parça olarak bütünle ilişkileri içinde gören bakış açısıdır...Bağlantılı olarak, olay ve olguları ilişkisellikleri üzerinde görmek sadece onlara etki eden, onları oluşturan çoklu çelişkiler bütünlüğü içinde görmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda bunların bir zamansal-mekansal boyutu (ya da ilişkisi diyelim) da vardır.''
Bu garip görüşlerden anlıyoruz ki, maalesef Zeki Bayhan diyalektiği kavramamıştır. Diyalektik ''çelişkiyi çatışan iki tarafta sınırlı'' tutmaz. Ancak çelişkileri öz/iç ve dış çelişkiler şeklinde sınıflandırır; öz(iç) çelişkileri temel/esas kabul eder, dış çelişkileri ve etkileri ise ikincil olarak görür. Örneğin, kapitalist toplumun temel çelişkisi emek-sermaye çelişkisidir. Bu çelişki toplumun niteliğini belirler ve çözülmeden de toplumun niteliği değişmez. Diğer sınıflar arasındaki çelişkiler, cinsiyetler arası çelişkiler ve ulusal vb çelişkiler kapitalist toplumun niteliği açısından ikincil çelişkilerdir. Bu durum, her hangi kapitalist bir ülkede, bazı koşullarda toplumun sosyal niteliği açısından ikincil olan bir çelişkinin, siyasal bir baş çelişkiye dönüşmesi durumunu dışlamaz. Örneğin, bir kapitalist ülke işgal edilebilir. Bu durumda, işgalci güçle ülkesi işgal edilen halk arasındaki çelişki baş çelişki olur. Fakat bu baş çelişkinin çözümü, toplumun temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisinin çözülmesi anlamına gelmez. Kısaca ifade edersek, çelişkileri; nitelikleri, evrensel bağlantıları, ilişkileri ve etkileri içinde, yani evrensel bir bütünlük içinde ele almak, Marksist diyalektik yöntemin esasıdır.
Diyalektiğin diğer bir yasası, ''Evrensel değişim ve kesintisiz gelişme yasası''dır. Bu yasaya göre, evrendeki her şey kesintisiz bir değişim/hareket ve gelişme içindedir. Peki, zaman ve mekan faktörlerinden bağımsız bir değişimden bahsetmek mümkün müdür? Elbette hayır. Çünkü, diyalektik yöntem açısından zaman; değişimin/hareketin art arda gelişinden başka bir şey değildir.
Engels der ki; ''Maddenin, onun varoluş biçimi, içkin özniteliği olarak açıklanan hareketi, en genel anlamda, basit yer değiştirmeden düşünceye kadar, evrende yer alan bütün değişiklikleri ve süreçleri kapsar.''[2]
Demek ki, diyalektiğin; çelişkileri ''zaman ve mekan boyutundan'' bağımsız ele alması söz konusu değildir.
Öcalan ve çevresinin, Marksizm'den tümden kopma çabası içinde olduğu açıktır. Elbette bu kopuş, Öcalan'ın ulusal taleplerden vazgeçme ve Türk devleti ile bütünleşme siyasetinin dayattığı bir zorunluluktur. Sınıf mücadelesini, sermayenin iktidarı ile halk arasındaki çelişkileri, sömürgecilerle ezilen Kürt ulusu arasındaki çelişkileri yadsımanız ya da bu çelişkileri uzlaşır hale getirmeniz için, diyalektik ve tarihsel materyalizmi ret etmeniz zorunludur. Öcalan, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bilen insanların, faşist bir devletle bütünleşme siyasetine evet diyemeyeceklerini çok iyi biliyor. Bu nedenle öncelikle bu bilinci köreltmeye çalışıyor. Felsefe diye, eklektik ve süslü bir söz yığınını örgütünün ve Kürt halkının başına döküyor. Amacı, halkı ve örgütünü sersemleterek gütmektir.
Örgüt içinde Marksist klasiklerin okunması uzun bir süredir yasaktır. Yeni yetişen genç neslin de, felsefe ve ekonomi-politik ile ilgilendiği yoktur. Bu düşünsel fakirlik durumunda, Öcalan'ın süslü sözleri, örgüt üyeleri ve kitleler tarafından anlaşılmasa da, yüksek düzeyli felsefe ve ideolojik-teorik tezler olarak kabul ediliyor. Halbuki, Öcalan'ın derdi ne felsefe yapmaktır ne de ideolojik ve teorik bir ilerleme sağlamaktır. Onun terk derdi, örgütünü ve kitleleri itirazsız ve usluca, iktidarla uzlaşma ve işbirliği yoluna çekmektir. Felsefe ve yeni paradigma diye sunulan fikirler ise; kitleleri uyutmak için söylenen ninnilerden ibarettirler.
[1] https://yeniyasamgazetesi9.com/tutsak-yazar-bayhan-doga-da-insan-da-degismekte-yeniden-olusmaktadir/
[2]Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, 1996, s.8l.
AKP-MHP iktidarının, devletin günümüze kadar izlediği bu stratejiyi terk ettiğine ve yeni sürece; demokrasiyi ve özgürlükleri geliştirme ve Kürt sorununa barışçıl-siyasal bir çözüm getirme perspektifiyle yaklaştığına dair, hiçbir ciddi işaret yoktur.
4 Mayıs 1937 tarihinde çıkarılan „1937 Yılında Yapılan Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı“ ile Dersim’e karşı soykırım harekatı resmen başlatılmıştır.
Orhan yoldaşın temiz ve fedakar kişiliği, bize örnek olmaya devam ediyor. 45. ölüm yıldönümünde Orhan Gönülalan yoldaşı sevgi ve saygı ile anıyoruz.
Ahmet Aydın
4 Mayıs 2016
Ahmet Aydın
24. 04. 2015
İsmail Kaygusuz
V. Minorsky
Prof. Dr. Jost Gippert
4 Mayıs 1996, Mannheim Zaza Kitap Şenliği'ndeki konuşması
Çeviren: Hasan Dursun
Kendimi sizlere kısaca tanıtmak istiyorum: Adım Jost Gippert. Frankfurt Üniversitesi'nde Karşılaştırmalı Dilbilim (Vergleichende Sprachwissenaschaft) profesörüyüm ve yaklaşık bir yıldır Zazaca ile de uğraşmaktayım. Bu dile yönelmeme burada hazır bulunan bazı arkadaşlar neden oldu, bu vesile ile kendilerine yürekten teşekkür etmek istiyorum: Frankfurt ve çevresinde bu kadar enteresan bir dil olan Zazaca'yı konuşan epeyce bir kitlenin varolduğuna dikkatimi çektiler. Bunun üzerine kendileriyle birlikte yaklaşık bir yıldır bu dilin gramerini irdelemeye çalışıyoruz. Ne yazık ki henüz konuşmamı Zazaca yapabilecek düzeye gelemedim, bundan dolayı Almanca konuşmak zorundayım.
Sunumun konusu, İranoloji bakış açısıyla karşılaştırmalı olarak Zazaca'nın tarihsel gelişimi olacak. Zazaca'nın İran’i diller ile karşılaştırılarak irdelenmesi, onun İran’i bir dil olmasından dolayı mümkündür. Bunu açıklayabilmem için daha gerilere gitmem gerekecek.
Yazının devamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
Ahmet Aydın
14. 09. 2015
Piro Zarek
08. 03. 2012
Ahmet Aydın
03. 03. 2014
Piro Zarek
06. 08. 2010
Türkiye toplumunun bünyesindeki sosyal, ulusal, dinsel çelişki ve çatışmaların, yeni uluslararası konjonktür içinde kendilerini daha rahat ve güçlü bir biçimde açığa vurmaları ve bunun bir sonucu olarak egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin keskinleşmesi, 80’li yılların ikinci yarısından başlayıp hala süren dönemi; Türkiye ve hatta Orta Doğu bölgesinin tarihi açısından özel ve tayin edici bir yere oturtmaktadır.
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü sonrasında, dünyanın artık tümü ile ABD İmparatorluğu'nun mutlak hakimiyeti altına gireceği tezi, büyük ölçüde kabul görmüştü. Kuşkusuz bazı sadık müttefikleri ile birlikte ABD hala dünya üzerinde ciddi bir hegemonyaya sahiptir. Ancak bu hegemonya öngörüldüğü gibi bir imparatorluğun mutlak hakimiyetinden çok uzaktır. Ortaya çıkan gerçeklik şudur: Dünya, bir ya da bir kaç devlet tarafından kontrol edilmeyecek kadar büyüktür.
Daha da ileri gidelim; bugün, ABD’nin eski Batı Bloku ülkeleri üzerindeki hakimiyet ve kontrolü, iki kutuplu dünya sürecinde sahip olduğundan daha zayıftır. Düşman kamplar paradigması, bu kampların lider ülkelerine, diğer ülkeleri her alanda (ideolojik, politik, ekonomik vb.) rahatlıkla kontrol etme olanağı sağlıyordu. Sovyetlerin yıkılması ile Doğu Bloku çözüldü. Doğu Bloku benzeri bir çözülme, Batı Bloku içinde yaşanmasa da, bu blok içindeki bağımlılık ilişkileri zayıfladı ve ortak davranma kabiliyeti azaldı.
Bu durum, Latin Amerika ve Orta Doğu bölgeleri başta olmak üzere; dünyanın bazı bölgelerinde nüfuz boşlukları oluşturdu. Bu boşluklar şimdi yerel güçlerce doldurulmaya çalışılıyor. Bu ataklar, emperyalist-kapitalist sistemin işleyişine ciddi engeller çıkarmadıkları sürece, sistem açısından kabul edilebilir ataklardır.
ABD, eski güvenlik konseptini yeni bir konseptle değiştirerek, müttefiklerini sağlam bağlarla yanında tutmaya ve dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürecek müdahalelere dayanak oluşturmaya çalıştı. 11 Eylül saldırıları, ABD’nin güvenlik konseptini yenilemesi için tarihi bir fırsat sundu. Saldırılarla birlikte, ABD, yeni bir düşman kampına kavuşmuş oldu. ABD’in yeni düşmanları „İslamcı terör“ ve onun müttefiki olarak ilan edilen „Şer Ekseni“ ülkeleri oldular.
ABD, büyük ölçüde kendi ürünü olan „İslamcı terör“e karşı mücadeleyi, her ne kadar hedefi „terörle“ sınırlayıp sürdürdüğünü söylese de, dünya kamuoyu ve elbette ki İslam dünyası bunu „İslam’a karşı bir savaş“ olarak algıladı. Sadece Bush’un yeni bir „Haçlı Seferi“inden bahsetmesi tek başına Müslümanların bu algıya ulaşmalarını sağlamaya yetse de, bu bağlamda sayısız pratik gerekçe vardır. Irak’ın işgali ve bu işgal sonrası işgal güçlerinin sivil halka uyguladıkları vahşet; bu gerekçelerin sadece bir tanesidir.
11 Eylül sonrasında, ABD ve diğer Batlı ülkelerden çekilen Arap sermayesinin tutarının 3 trilyon Dolar olduğu söyleniyor. Miktar ne olursa olsun, bu veri, İslam dünyası ile Batı dünyası arasında oluşan büyük güvensizlik ve ayrışmanın göstergesidir. ABD, İslam dünyasını rahatsız eden ve sınırları istenildiğinde oldukça genişletilebilecek bir „düşman“ cephesi belirlerken; ister istemez, kendi karşısında da bir savunma cephesi yarattı. İslam dünyası içinde birlik ve savunma-ekonomi alanlarında işbirliği eğilimlerinin güçlenmesinde, 11 Eylül sonrası sürecin ciddi bir etkisi vardır.
ABD'nin imparatorluk beklentilerini büyük ölçüde boşa çıkaran en önemli faktör, kapitalizmin küreselleşmesidir. Kapitalizmin dünya üzerinde ulaşmadığı, dünya pazarına bağlamadığı bir toprak parçası bulmak artık neredeyse imkansızdır. Üstelik kapitalizmin yayılması, 19. yy olduğu gibi; sadece hammadde kaynaklarının işletilmesi ve ticari ilişkiler temelinde değil; aynı zamanda üretim ve bilimsel-teknolojik değişim temelindedir. Kapitalizmin dünya üzerinde yayılması, dünyanın en ücra köşelerinde üretimin, ticaretin gelişmesini ve dolayısı ile buralarda zenginliğin birikimini sağladı. Sermaye birikimi de, elbette bu ülkelerin uluslararası arenada siyasal ve ekonomik olarak daha güçlü bir pozisyona sahip olmalarına neden oldu. Örneğin; Çin’in dünya kapitalist pazarına bağlanması için çaba sarf eden ABD, aynı zamanda kendi karşısında güçlü bir rakibin oluşmasına katkı sundu.
Küresel ölçekte ekonomik-sosyal alanda yaşanan bu değişim, benzer bir biçimde gelişmekte olan ülkelerde ve elbette Türkiye sınırları içinde yaşandı. 1960’li yıllara kadar çoğu tarıma dayalı birer taşra kenti olan ve büyük ölçüde küçük çaplı üretim yapılan zanaatkar atelyelerine sahip olan bugünkü Anadolu şehirleri; artık, büyük ve modern sanayi sitelerine ve fabrikalara sahipler ve pek çoğu büyük birer kapitalist metropole dönüşmüşlerdir. Kuşkusuz ki, kapitalizmin bu denli gelişimi, buradaki yerli girişimcilerin elinde önemli bir sermayenin birikmesine neden oldu. Sermaye birikimi de doğal olarak önce yerel sonra da merkezi iktidarın paylaşımına yöneltti.
Tarihsel-kültürel birikimi, Doğu-Batı sınırında yer alması ve modernite ile gelenekçi damarların çatışmasının hala canlı olarak yaşandığı bir alan olması itibari ile; Türkiye, kapitalizmin küreselleşmesinin etkilerini ve blok ilişkilerindeki gevşemeyi en çok hisseden ülke oldu. Soğuk savaş sürecinde Doğu’ya sırtını dönen Türkiye, bugün yeniden bu Doğu’yu keşfetti. En önemlisi, sosyalizmin çöküşü ve onun öncesinde 12 Eylül Darbesi tarafından devrimci-sosyalist hareketin ezilmesiyle oluşan boşluk, her dönem Türkiye toplumu içinde güçlü bir biçimde var olmuş, ama aynı zamanda soğuk savaş döneminde bizzat emperyalistlerce desteklenip güçlendirilen İslami hareket tarafından hızla dolduruldu. Siyasal İslamcılık etkisinde gelişen bu sosyal-kültürel atmosfer, gelişmekte olan Anadolu burjuvazisi için de değerli bir sosyal sermaye oldu.
İktidar mücadelesinin arka planı: Ekonomi zemininde süren savaş
AKP, özünde milliyetçi-muhafazakar toplum ilişkileri içinde büyüyen Anadolu büyük ve orta burjuvazisinin partisidir.(1) Bu sınıflar özellikle Özal döneminden başlayarak, devlet teşvikleri, yerel yönetimlerin yağmalanması ve dinsel cemaat ilişkileri yardımıyla giderek palazlandı. Genel bir çerçeve içinde kabaca İslami burjuva sınıfı olarak adlandırılan bu sınıfın içindeki bazı gruplar (Çalık, Albayrak, Sancak ve Ülker gibi gruplar) AKP ile var olan çok özel ve güçlü bağlar ve özellikle Arap sermayesi ile geliştirilen ortaklıklar yardımı ile sınıf atlayarak; tekelci burjuvazi konumuna yükseldiler. Dahası bu sınıf, TÜSİAD bünyesinde örgütlenmiş İstanbul merkezli tekelci burjuvaziye karşı bir iktidar ve pazar paylaşım kavgası yürütecek güce ulaştı. TÜSİAD içindeki bazı tekelci grupların (Sabancı grubu gibi) desteğini alsa da, genel anlamda TÜSİAD hala İslami burjuva sınıfının temsilcisi AKP’ye çok sıcak bakmıyor.(2)
Özal dönemine kadar; Anadolu büyük burjuvazisinin büyüme ve dış pazarlara açılma isteklerini destekleyecek, finansman ihtiyacını karşılayacak dış bağlantıları zayıftı. Bu sınıfın Batılı tekellerle işbirliğinin önünde, ideolojik-kültürel engeller dışında, İstanbul tekelci burjuvazisinin barikatı vardı. Devletin mali kaynakları da, ancak tekelci burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Özal bu döngüyü büyük ölçüde kırdı. O dönem „Anadolu Kaplanları“ denilen bu sınıf, destek verdikleri Özal’ın yardımı ile; hem devlet ihalelerinden hem de yerel yönetimlerin olanaklarından beslendi. Bu sınıf bir yandan da, Arap sermayesi ile ilişkiler kurdu, dahası cemaat ilişkileri temelinde para toplayarak kendi „yeşil sermaye’’sinini oluşturdu. (3)
Yukarıda belirtildiği gibi, AKP, İstanbul merkezli egemen tekelci burjuva sınıfının gönül rahatlığı ile kabullendiği bir parti olmamıştır. Bunun esas nedeni, iktidar ve piyasadan pay talep eden yeni sermaye gruplarının AKP ile olan direk ilişkisidir. Ayrıca, İstanbul tekelci burjuvazisi ile bu yeni gelişen sınıf arasında, ideoloji-kültür ve uluslararası bağlar açsından da önemli farklılıklar vardır. (4)
Eski statükonun patronu olan ve TÜSİAD çatısı altında örgütlenmiş olan tekelci burjuvazi, 90’lı yıllara kadar; devletin desteği ve Batılı tekellerle girilen ortaklıklar ve özellikle 12 Eylül Darbesi’nin sağladığı uygun koşullarda oldukça büyüdü ve gelişmiş kapitalist ülke tekellerinin standartlarına yakın bir düzeye ulaştı. Devlet kayırması ve bürokratik yozlaşmadan büyük ölçüde yararlanmış olan tekelci burjuvazi, köşe başlarını tutuktan sonra, başka sermaye gruplarının bu rantlardan yararlanmasını önlemek ve ezilen kesimlerin bu ayrıcalıklara karşı hoşnutsuzluğunu dindirmek; dolayısı ile kendi egemenliğini güvenceye almak için, düzenin reforme edilmesi ve Batı tipinde, yani göreceli de olsa bürokrasiyi azaltan, daha „sosyal“ daha „şeffaf“ ve „denetlenebilir“ burjuva demokratik tipte bir devletin gerekliliğini gördü. 90’lı yıllardan itibaren hazırlanan raporlar ve Cem Boyner liderliğinde başlatılan YDH girişimi, görülen bu sorunların aşılmasına dönük çıkışlardır. Fakat, özellikle bürokrasinin Kemalist-tutucu karakteri ve toplumun geri kültürel yapısı bu reformist girişimleri başarısızlığa uğrattı.
Kısaca, Sovyetlerin yıkılmasından sonra tekelci burjuvazi, Avrupa ile bütünleşme ve Batılı tekellerle ortaklık temelinde, giderek burjuva demokrasisinin sınırlarını genişletme, burjuva kültürünü yayma ve hukukunu daha iyi işler duruma getirme; böylece de, emekçilerin ve ezilen halkların taleplerini kısmen karşılayıp, çelişkileri hafifletme; bir anlamda reforme ederek statükoyu sürdüreme stratejisi ile hareket etti.
İslami burjuvazinin sınıf siyaseti totaliter ve yayılmacıdır
İslamcı burjuvazi ve onun içinden büyüyen tekelci grupların önceliği, gerçekte düzenin reforme edilmesi ve burjuva demokrasisinin daha da geliştirilmesi değildi. Bu sınıfın önceliği, iktidarın ve pazarın yeniden paylaşımıydı. Bu sınıf için, reform ve demokratikleşme adımları, sadece iktidarın ve pazarın bu sınıfların eline geçmesini sağlayacak işleve sahiptirler. Ötesi zaten bu sınıf için tehlikedir. Çünkü; bu sınıfın istediği, geçmişte tekelci burjuvazinin beslendiği türden bir kayırmacı düzendir. Böylesi bir düzen, burjuva demokrasisinin ve hukukunun az çok düzenli işlediği koşullarda mümkün değildir.
Ama bu sınıf „değişimci ve reformcu“ görünmek zorundadır. Çünkü; halkın değişim istemini tatmin için gerçekleştirilecek kontrollü reformlar, geniş bir halk desteği sağlayarak; eski statükonun taşlarını yerinden oynatacak ve bu durumdan yararlanan İslami burjuvazi, yerinden oynayan taşların yerini hızla dolduracaktır. Mevzilerin tutulması ile reformlar da bitecek, eski statükonun tutuculuğu daha da ağırlaştırılarak yeni aktörlerle sürdürülecektir. Bugün neredeyse tümü güdükleşen „açılım“ların, neden şovdan ibaret kaldıklarını, bu açıdan baktığımızda daha iyi anlarız.
Bugün de, bu sınıfın önceliği, iktidarını sağlamlaştırmak ve ekonomik büyümesini güvence altına almaktır. Yaşanan süreçte, iktidar egemen sermaye sınıflarından isçi sınıfının ya da halkın eline geçmiyor. Sadece sermaye sınıfının farklı grupları arasında el değiştiriyor ya da paylaşılıyor. Bu durumda, düzende köklü değişikliklerin yapılmasını beklemek anlamsızdır.
Üstelik, iktidara gelen bu sınıf; büyük bir açlıkla sermaye birikimine ihtiyaç duyuyor. Sürekli büyümek, yani sermaye birikimi sağlamak istiyor. Bunu sağlamak için de, iktidara tek başına sahip olmak ve bu mekanizmayı daha sert bir biçimde kullanmak zorundadır.
Tekelci burjuvazinin 80’li yılların sonuna kadar izlediği sermaye birikimi ve büyüme çizgisini, yani devlet teşviki ve koruması altında, özel ayrıcalıklar ve darbelerin sağladığı rahat çalışma koşulları yardımı ile büyüme çizgisini, şimdi bu İslami burjuva sınıfı izliyor. Yani, Türkiye bir anlamda siyaset-sermaye-bürokrasi ilişkileri alanında 70’li-80’li yıllara geri döndü. AKP’nin totaliter bir yönetime yönelmesinin altında yatan en önemli etken de budur. Tıpkı, 12 Eylül Darbesi ile „yüzü gülen“ zamanın sermayedarları gibi, İslamcı burjuvazi de azami kar ve sermaye birikim için; totaliter bir yönetime ihtiyaç duyuyor. Bu nedenle, AKP iktidara geldiği günden itibaren hukuki ve siyasal denetimden büyük bir rahatsızlık duydu ve bu denetimi ortadan kaldırmak için yargı ve basınla sürekli savaş durumunda oldu. Diğer yandan, isçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesini şiddetle bastırıyor ve açıkça isçi sınıfına diğer emekçilere karışı düşmanca bir çizgi izliyor. Tekel işçileri örneğinde olduğu gibi. Çünkü, emekçilerin payı azami ölçüde küçültülmeden İslami burjuvazinin karı ve sermaye birikimi azami düzeye çıkarılamaz.
Her halükarda, iç kaynaklar İslami burjuva sınıfının piyasa rekabeti içinde hızla büyümesi için yeterli değildir. Batılı tekellerle ve onlarla işbirliği içindeki TÜSİAD’la aynı piyasada rekabet etmek ve hatta daha da büyümek için, bu sınıfın mutlaka dış finansman bulması gereklidir. Var olan kriz ve ortaklıklar nedeni ile Batılı tekeller bu kaynağı sağlayamaz. İslamcı burjuvazi için en güvenilir ve olanaklı kaynak Arap sermayesidir. Nitekim; Arap sermayesi özellikle 11 Eylül’den sonra Batı’dan çekilmiş ve yeni güvenilir yatırım alanları aramaktadır.
AKP iktidarı ile birlikte, bir yandan İslamcı burjuvazi yükselişe geçerken diğer yandan da bu partinin ideolojik-kültürel ve poltik yapısının verdiği güvenle; yatırım arayışında olan Arap sermayesinin Türkiye’ye ilgisi arttı.(5) Bu durum İslami burjuva sınıfını büyüme ve yayılma hedefleri konusunda fazlası ile cesaretlendiriyor. Bu sınıf, İslami duyarlılıkları da kullanarak Orta Doğu ve Asya pazarı içinde payını artırmaya ve hatta kontrolü sağlamaya çalışıyor. Diğer yandan muazzam büyüklükteki Arap sermayesiyle birleşerek, bölgesel bir hegemonya kurmak ve hatta küresel çapta bir güce ulaşmak istiyor.(6) Daha önce Erbakan’ın seslendirdiği „İslam Ortak Pazarı“ ya da „İslam Birliği“ projelerinin, bugünlerde gündemleşmesi, söz konusu emellerin bir göstergesidir.
İslamcı burjuva sınıfının stratejik planları içinde anahtar rolü oynayan Arap sermayesinin Türkiye’ye yatırım yapmasının özellikle iki koşulu vardır:
1- Arap egemenlerinin ideolojik-kültürel ve siyasal yapısına uyumlu, bir siyasal-ekonomik rejim.
2- Güçlü bir iktidar ve tam güvenlik.
AKP, bu koşulları yerine getirmediği sürece Arap sermayesini istediği ölçüde çekemeyeceğini gayet iyi bilmektedir. AKP’nin iç politikada giderek totaliter bir yönelime girmesinin, en önemli nedenlerinden biri de, Arap sermayesinin istediği bu ekonomik-siyasal koşulların oluşturulmasıdır.
Güvenlik, sermaye hareketinin ön koşuludur. AKP, güçlü bir orduya sahip olmadan bölgede hegemonya kuramayacağını gayet iyi bilmektedir. Bu nedenle AKP’nin mutlaka büyük ve güçlü bir orduya ihtiyacı vardır. Dolaysı ile, ordu içinde gerçekleştirilen pek çok operasyona rağmen, bir bütün olarak ordunun yıpratılması kesinlikle bu partinin çıkarına değildir. Ordu içindeki operasyonların amacı, bir ekibi geriletip kendi politikalarını uygulayacak bir başka ekibi komuta kademesine getirmek olarak görülmelidir. Oluşturulmaya çalışılan „Profesyonel Ordu“, AKP’nin „güçlü ordu“ politikasını gayet iyi açığa vurmaktadır.
Güvenlik sorunun diğer bir önemli başlığı, hatta bugün yine en önemeli başlığı haline gelen PKK’nın silahlı mücadelesidir. AKP’nin mutlaka ve en kısa sürede; PKK’nın silahlı mücadelesini sona erdirmesi; ya da en azıdan kabul edilebilir bir düzeye çekmesi gerekiyor. Silahlı mücadele giderek tırmanırsa AKP’nin planlarının akamete uğraması ihtimali yüksektir.
Dış politikada zaman zaman gürültülü bir biçimde İsrail’e kafa tutulmasının nedenlerinden biri de, Türkiye’nin Arap dünyası üzerinde bıraktığı eski „Batılı“ imajının silinmesidir. Ancak, Türkiye ile İsrail’i karşı karşıya getiren sadece bu manevra değildir. Bölge hegemonyası konusunda da iki ülke zorunlu olarak karşı karşıya gelmektedirler. İsrail, Türkiye’nin bölge üzerindeki etkisinin giderek arttığının farkındadır.
İslam’ın yayılmacı karakteri, İslamcı burjuvazinin büyüme ve yayılma istemleri ile fazlası ile uyumludur. Buna bir de, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası ve bugün Türkiye’nin bölgede sahip olduğu ekonomik-siyasal ve askeri güç eklenirse, bu sınıfın bölgesel bir hegemonya hedefinin bir hayalden ibaret olduğunu söylemek hiçte doğru olmaz.
Sonuç olarak: Türkiye’nin sınıfsal yapısında, özellikle 80’li yıllardan itibaren önemli ve hızlı değişiklikler oluşmuştur. İslamcı burjuvazi diyebileceğimiz, Anadolu büyük ve orta burjuva sınıfları, iç-dış siyasal ve ekonomik koşulların da yardımı ile büyük bir yükseliş yaşamışlardır. Yükselen bu İslamcı burjuva sınıfı, aslında ekonomik gücü ile orantılı olmayan bir iktidar gücü kazanmıştır. Öyle ki; iktidar ekseni artık İstanbul’dan geçmemektedir. Eksen Anadolu’ya doğru kaymıştır. Yani, Batı’dan Doğu’ya. Bu durumu olanaklı kılan etkenlerden bir de siyasal İslam'ın Türkiye ve dünyadaki yükselişidir. Yani, İslam; bu sınıf için bir „ekonomi dışı güç“ kaynağıdır. Bu sınıf, aynı zamanda, İstanbul tekelci sermayesinin pek ilgilenmediği Orta Doğu, Asya ve Afrika pazarlarına yönelerek güçlenmiştir. Orta Doğu ve Asya’ya yönelim sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik-kültürel ve siyasal bir tercihin ürünüdür. (7)
AKP iktidarı ve Arap sermayesi ile işbirliği, İslamcı burjuva sınıfının kimi üyelerinin tekelci aşamaya yükselmesini sağlamıştır. Bu sınıf şimdi iktidardır ve halen eski statükonun patronu olan İstanbul tekelci burjuvazisi ve bürokrasiye karşı iktidarını pekiştirme mücadelesi yürütmektedir.
İslamcı burjuvazi, hem iç pazarın ve hem de Orta Doğu pazarının kontrolü için büyük bir hırsla mücadele etmektedir. Ve bu sınıf adeta „vahşi kapitalizm“ dönemini anımsatan bir tarzda sermaye birikimine yönelmiştir. Yayılmacıdır ve emperyal emelleri vardır. Geleneksel ve dinsel değerlere yaslanan bu sınıf, içte faşizme dönüşebilecek mutlak bir iktidar, bölgede ise gerici rejimlerin desteği ile bölgesel hegemonya peşinde koşmaktadır. Bugün AKP iktidarının iç ve dış politikalarını koşullandıran da esas olarak bu sınıfın çıkarlarıdır.
Dipnotlar
--------------------------------------------------------------
(1) AKP’yi kuran kadrolar ağırlıklı olarak “Milli Görüş” çizgisinin sürdürücüsü olan Erbakan önderliğindeki Refah Partisi’inden kopmuşlardır. Aşağıdaki alıntı hem Refah Partisi’ndeki ayrışmanın ve hem de AKP ile birlikte “Milli Görüş hareketi’’nin sınıfsal temeli konusunda bize bir fikir vermektedir. AKP, Erbakan’ın Batı karşıtı ve genellikle piyasa ekonomisine uymayan dogmatik çizgisi yerine, Batı ve piyasa ekonomisi ile barışık “Neo-liberal İslam” çizgisini geliştirmiştir. Böylece, en azından bu aşamada hem kapitalist sistem tarafından ve hem de İslam dünyasının egemenleri tarafından kabul edilebilir bir siyasal İslamcı hareket ortaya çıkmıştır.
AKP-Refah ayrışmasının, büyüyen ve dünyaya açılmaya istekli büyük burjuvazinin çıkarlarına uygun düştüğünü belirtmek gerekiyor. Aşağıdaki alıntıyı okuduğumuzda bunu daha rahat görebiliriz:
„Milli Görüş hareketi 1960’ların sonunda Erbakan’ın Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği Başkanlığı’ndan zorla uzaklaştırılması, ardından Nakşibendi Tarikatı’nın desteğiyle 1969’da Konya’dan bağımsız milletvekili seçilmesi ve 1970’de Milli Nizam Partisi’ni kurmasıyla başladı. Erbakan Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği Başkanlığı’na
küçük ölçekli müteşebbislerin oylarıyla gelmiş ve görevinden ise kendisini istemeyen büyük tüccar ve sanayicilerin arzuları doğrultusunda hükümet tarafından uzaklaştırılmıştı. Erbakan o günlerde hükümetin büyük tüccar ve sanayiciyi desteklemesinden ve Anadolu’nun küçük girişimcisinin “üvey evlat” muamelesi görmesinden şikayet ediyordu. Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği ise, Erbakan’a göre, “komprador-mason” büyük tüccar ve sanayicileri temsil ediyordu. Milli Nizam Partisi taşralı küçük müteşebbisin sınıfsal çıkarlarını dinsel-kültürel bir siyasal söylem aracılığıyla geniş kitlelere ulaşmayı hedefleyerek korumak üzere “milliyetçi ve mukaddesatçı” bir parti olarak kuruldu…”
“Milli Görüş hareketinin içinde sınıf siyasetini belirleyen ikinci eğilim, küreselleşme sürecinde serbest piyasa ilkelerini hızla benimsemekte olan İslami yeşil sermaye tarafından temsil ediliyordu. İslamcı sermayenin içinde örgütlendiği MÜSİAD, Malezya ve Endonezya gibi Müslüman ülkelere referansla müminler arasındaki ahlaki bağlara dayanan bir model içinde asgari devlet müdahalesiyle işleyen İslami bir serbest piyasa modeli savunuyordu. Örgütün kurucu başkanı Erol Yarar’a göre örgütün üyeleri “ahlaklı kapitalist”lerdi.5 Örgüt homo economicus yerine İslami eğitim aracılığıyla bencil doğasını bastırmayı öğreneceklerden oluşacak “homo islamicus” tipine dayalı bir toplum öngörüyordu.6 İslami cemiyet ilişkileri içerisinde ne grev ve lokavta ne de sendikalara yer vardı.7 Yarar’a göre Doğu Asya ülkelerinin başarısının ardında Batı tipi sosyal devlet uygulamalarına önem verilmemesi yatıyordu, ve Türkiye bunu örnek almalıydı.” (AK Parti’nin Sınıf Siyaseti, Dr. Güven BAKIREZER, Dr. Yücel DEMİRER, Kocaeli Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Mülkiye Dergisi, Cilt: XXX Sayı:252)
(2) TÜSİAD’ın bugünkü AKP iktidarından çok memnun olmadığı açıktır. Bunda; bürokrasi ile İslamcı burjuvazi arasındaki “cemaat dayanışması”nın, yani daha önce TÜSIAD üyelerinin iktidar aracılığı ile kullandığı ayrıcalıkların, şimdi bu sınıfılar tarafından kullanılmasının yarattığı rahatsızlığın büyük bir rolü vardır. TÜSİAD’ın Özal’la çelişkisinin altında da büyük ölçüde bu etkenin yattığını düşünüyoruz. Zaman gazetesi yazarı İ.Öztürk, TÜSİAD’ı eleştirirken bu çelişkiye dikkat çekiyor. O tekelci burjuvaziyi sol söyleme çalan bir dille, “ahlaksız” ve “yerli olmamakla” eleştiriyor. Ancak, I Öztürk, bugün AKP’nin ve Arap sermayesinin kucagında imtiyazlarla büyüyen İslamcı burjuvazinin neden yerli ve “ahlaklı” olduğunu açıklamıyor. İ. Öztürk’ün TÜSİAD’a yönelik eleştirileri şöyle:
“TÜSİAD'ın akil adamları Ümit Boyner'i başkan adayı olarak işaret etti. Medyada Boyner çiftinin liberal çizgideki 'radikal çıkışları' hemen öne çıkartıldı...
Eğer Bayan Boyner, Cem Boyner'in TÜSİAD başkanlığı ve Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) tecrübesine benzer bir 'liberallik' yaparsa kısaca 'dağ fare doğurmuş' olur. Açık söyleyeyim, Bay Boyner ve YDH, Özal gibi bir adamı anlayamamış, tam tersine sözde liberal değerler adına Özal'a ağır ve haksız eleştirilerde bulunmuştu...
...Türkiye'nin bugün ciddi bir tekelci kapitalizm sorunu vardır. Militarizmin kucağında büyürken, değerleriyle dalga geçtiği halka ise kalitesiz malları fahiş fiyattan 'kakalayan' ahlaksız ve yerli olmayan bir tekelci burjuvazi bu.” (İBRAHİM ÖZTÜRK- TÜSİAD'ın yeni misyonu – Zaman Gazetesi-25.07.2010)
(3) “Önce faizsiz katılım bankaları, yeşil sermaye ve Kayseri usulü İslami Kalvinizm ardından da harem-selamlık tatil köyleri, helikopterli sünnet düğünleri, Burberry türbanlı, jipli kadınlar... “ (İslam burjuvazisinin geleceği, Gülay Altan, Harvard Üniversitesi'nde sürdüren Araştırmacı Özlem Madi ile Röportaj, Aksam gazetesi,08 Subat 2009)
(4) “MÜSİAD’ın çalışma ilişkilerine yaklaşımı, İslami ahlakını benimseyen Hak-İş tarafından hiç benimsenmedi. MÜSİAD’ın aksine Hak İş, örgütlü çıkar temsilinin ilkelerini Batı’da aramaktadır. Hak-İş başkanı Salim Uslu’ya göre İslam insanlığın kurtuluşu için bir yol önermekle beraber, sendikal hareketin karşı karşıya kaldığı cinsten somut problemlerin yanıtı, İslami değer ve kurumlarla uyumlu bir biçimde oluşturulmuş modern kurumlardan gelecektir.
Uslu’ya göre, bazı Müslümanların bütün problemlerin nedenlerini ahlaki değerlerin yokluğuna bağlamalarına rağmen çözüm geleneksel İslami ahlak olamaz; Müslümanlar sınıf meselesini anlamak zorundadırlar. Aynı İslami etiği paylaşan MÜSİAD ile Hak-İş’in yaklaşımları arasındaki bu derin ayrılık meselenin ahlaki değil ekonomik/sınıfsal çıkarlarla ilgili olduğunu göstermektedir. Çarpıcı bir biçimde, Hak-İş sendikal örgütlenme güçlüğünü TÜSİAD’lı işadamlarının işyerlerinde değil, “İslam’da sendika var mı” diye itiraz eden MÜSİAD’lı işadamlarının işletmelerinde yaşamaktadır. Zira MÜSİAD’lı işverenler görece küçük ve orta boy işletmelerinde serbest piyasada rekabet şanslarını korumak ve sermaye birikimini sürdürebilmek için emek maliyetlerinin düşük olmasına özellikle ihtiyaç duymaktadırlar.’’ (AK Parti’nin Sınıf Siyaseti, Dr. Güven BAKIREZER, Dr. Yücel DEMİRER, Kocaeli Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Mülkiye Dergisi, Cilt: XXX Sayı:252)
(5) “Körfez sermayesinin yönü Türkiye'ye döndü, yatırımlar 30 milyar doları buldu. Petrol fiyatlarının rekor düzeyde artmasının rüzgarını arkasına alan Körfez sermayesinin büyüklüğü 2 trilyon doları buldu. ABD'de 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kuleler'e gerçekleştirilen saldırının ardından Amerika ve Batı'da rahatsız olan ve tüm dünyada yatırım avına çıkan körfez sermayesinin son dönemde yatırım için en gözde bölgesi ise Türkiye. Finanstan sağlığa, gayrimenkulden medyaya kadar birçok sektöre giren Arap sermayesinin Türkiye'de yaptığı yatırımların miktarı 30 milyar dolara ulaştı. Hazine'nin verilerine göre son 8 yılda Türkiye'ye gelen Körfez merkezli şirket sayısı ise 2 bini aştı.“ ( Referans Gazetesi, Ebru Tuncay, 30.08.2008)
“Cidde Başkonsolosluğu Ticaret Ataşemiz Özkan Aydın, Bakan Tüzmen'e verdiği brifingde aynen şu bilgiyi aktarmaktaydı: "11 Eylül'den sonra, tahminen 150 milyar dolarlık bir Suudi sermayesi ABD'yi terk etti ve şimdilerde gidecek güvenli bir ülke arıyor." Beş günlük Suudi Arabistan gezimizin anahtar cümlesi işte buydu...’’ (Bizi Ticaret Kurtaracak, Yenisafak Gazetesi, http://yenisafak.com.tr/diziler/arabistan/arabistan02.html)
(6) “…Anadolu sermayesi de uluslararasılaştı. Hem Müslüman, hem liberal hem de girişimci/yatırımcı bir sınıf doğdu. Bugün Asya’dan Afrika’ya kadar Türk girişimcilerini dünyanın her yerinde bulmak mümkündür. Bazısı okullar açıyor, bazısı insanî yardımlar yapıyor, bazısı da para kazanıyor.“ (Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) Uzmanı Prof. Dr. Birol Akgün ile bir röportaj, Yeniasya Gazetesi, 17.05.2010)
(7) “Günümüzde özellikle gelişmiş dünyanın yaşadığı önce finansal kriz ve akabinde bunun ekonominin hemen hemen tümüne yansıması ülkeleri yeni pazar arayışlarına itti. 1980’li yıllardan bu yana alttan alta ekonomide etkin bir güç haline gelen “Anadolu kaplanları” ürettikleri mallar için yeni pazar arayışına girdiler ve bu dönemde en uygun pazar olarak Orta Doğu ve Afrika’yı gördüler. Yaklaşık 10 yıl öncesine kadar Türkiye’de sermayeyi elinde bulunduran TÜSİAD grubu ellerindeki ekonomik güçle ülkenin iç ve dış siyasetinde belirleyici rol oynamaktaydı. TÜSİAD grubunun AB sürecini desteklemesinin altında yatan ana sebep; politik kaygılardan ziyade ekonomik temelliydi. Söz konusu grup ihracat pazarı daha çok Avrupa olduğu için Türkiye-AB ilişkileri konusundaki oldukça duyarlı olmalarına rağmen, Türkiye’nin Orta Doğu ve Afrika ile ilişkilerinde aynı hassasiyeti göstermediler/göstermemektedirler.“ ( “ANADOLU KAPLANLARI” TÜRKİYE’Yİ ORTA DOĞU VE AFRİKA’DA ETKİLİ KILIYOR, Yrd. Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN, Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Kaynak: http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201034_ANADOLU_K..pdf)
Piro Zarek
Rasti Dergisi/Sonbahar 2001
PKK'lilerin "yeni bir buluş, bulunmaz bir fırsat" gibi göstermek istedikleri "Demokratik Cumhuriyet Projesi"nin, hiçte yeni bir proje olmadığını biliyoruz. Gerçekten de, bugün Öcalan'ın ifade ettiği düşünceler, yıllar önce özellikle Özal ve Mehmet-Ahmet Altan kardeşler tarafından dile getirilmişti. Bu kesimlerin dile getirdiği düşünceleri ifade eden "2. Cumhuriyet" kavramı, özellikle liberal burjuva kesim ve aydınların, Türkiye'nin burjuva demokratik bir yapıya dönüştürülmesi yönünde, 90'lı yıllarla birlikte seslendirdikleri projeyi ifade etmektedir. Argümanlar biraz farklı olmakla birlikte, Öcalan'ın "Demokratik Cumhuriyet" projesi "2. Cumhuriyet" projesi ile aynı niteliğe sahiptir. Öcalan'ın kendisi de bu ortaklığı savunmalarında ifade etmektedir. "Her ne kadar ikinci cumhuriyet tartışmaları gibi yaklaşımlarla da bu yönlü gelişmeler kavramlaştırılmak isteniyorsa da, daha doğrusu demokratik cumhuriyet dönemidir." (4)
Başka gerekçeler ileri sürse de, Bülent Tanör de, Öcalan gibi tartışmanın yanlış bir başlıkla yürütüldüğünü düşünmektedir. Tanör, 1993 yılında yayınlanan bir röportajda şunları söylüyor: "...Ben tartışmanın sorunlarının yanlış konulduğu fikrindeyim. Eğer Türkiye’de bu tartışma "Demokratik cumhuriyet" şeklinde konulmuş olsaydı, -zaten solcular bunu yıllardır yapıyorlar- bu bayrak altında toplanacak insanların sayısı sağdan soldan daha çok olacaktı. Mesele "2. Cumhuriyet " gibi yanlış bir sloganla ifade edildiği için, demokratik rejim yanlısı çok büyük bir kitlede kavram kargaşası ve bölünmeye yol açmıştır. "(5)
II. Cumhuriyet Projesinin Mantığı
Öcalan, "Demokratik Cumhuriyet Projesi’’ni sol bir söylemle sunmaya çalışmıştır. Buna rağmen, 2. Cumhuriyetçilerin düşünceleri daha bütünlüklü ve tutarlı ve hatta biraz da Öcalan'ın solunda yer almaktadır.
Her iki kesimin çıkış noktası şudur: 1923'te kurulan 1. Cumhuriyet demokratikleşmediği için tıkanmıştır, devlet bu yapısıyla daha fazla gidemez. Devleti demokrasi temelinde yeniden kurmak, ya da yeniden yapılandırmak gerekir.
Gerek Öcalan ve gerekse 2. Cumhuriyetçiler, devletin sınıfsal niteliğini, sosyal-ekonomik sistemi ve devletin sınırlarını değiştirmek istemiyorlar. Sadece var olan sistemi ve düzeni "daha demokratik" hale getirmeyi düşünüyorlar. Kısaca söylemek gerekirse, bir reform paketi öneriyorlar.
M. Altan, dünyada gelişen neo-liberal dalganın ve onun etkisiyle bölgemizde gelişen sürecin geleceği ile ilgili, "Nihayet bu süreç komünizme evrilecek, sınıfsız topluma geçilecek." belirlemesini yapıyor. (6) Açık söylemek gerekirse Öcalan, kendi projesi ile sosyalizmi böyle direk ve açık ilişkilendirmez. Ancak Öcalan, devrim döneminin bitiğini ifade eden "evrimsel gelişme" noktasında, M. Altan'dan çok daha açık konuşur. "Demokratik Cumhuriyet sisteminde şiddete yer olmaz. Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir. 20. yüzyılın sonu bunu böyle emreder." (7)
Bilindiği gibi M. Altan, düşüncelerini, sosyalist sistemin çözülmesinden sonra yükselişe geçen, YDD ve neo-liberal burjuva ideolojisi temelinde oluşturmuştur. Öcalan'ın "emir" olarak kabul ettiği de, tamda bu çerçevedir. Açıktır ki, her iki "proje" ilhamını aynı ideolojik kaynaktan almaktadır.
I. Cumhuriyet'in Niteliği
Kemalizm, TC'nin kuruluşu, Kürt ve Dersim-Zaza “isyanları” konularında iki kesim birbirinden farklı bazı argümanlar ve düşünceler ileri sürmektedirler. Öcalan'ın bu konularla ilgili temel tezi şudur: Türkler ve Kürtler ortak vatan ve tarih birliği temelinde ve M. Kemal önderliğinde, emperyalizme ve saltanata karşı mücadele ederek TC'ni kurmuşlardır. Kemalistler bu süreçte Kürtlerin varlığını ve dahası haklarını otonomi düzeyinde kabul eden bir anlayışa sahiptiler. Fakat, emperyalistlerce kışkırtılan ve saltanatı destekleyen feodal sınıflar önderliğinde gelişen ayrılıkçı Kürt ve Zaza isyanları ve dinci hareketler, yeni kurulan cumhuriyetin demokratikleşmesini sabote etmiştir. Öcalan'a göre, M. Kemal'de "özel bir demokrasi karşıtlığı" yoktu. Ondan sonra gelen yönetimler, bu sorunu ihmal ettiler ve giderek halktan kopuk oligarşik bir cumhuriyet oluştu. Şimdi yapılması gereken, yeni bir anayasa (ya da "yeni bir toplumsal sözleşme") temelinde cumhuriyeti demokratikleştirmektir.
Kuruluş sürecinde TC'nin demokratik bir niteliğe sahip olduğunu, sonradan dış zorlamalarla otoriter bir biçim kazandığını ifade eden Öcalan, TC'nin demokratikleşememesinin suçunu da, Kürdistan ve Dersim-Zaza Ulusal Hareketi’ne ve İslamcı muhaliflere yüklüyor. Kuşkusuz yakalanmadan önce tam aksi şeyler söylüyordu. Fakat Öcalan şimdi gerçeği gördüğünü, daha önceden böyle şeyler söylememesinin de bir "eksiklik" olduğunu belirtiyor. Öcalan, cumhuriyetin sınıfsal niteliğini ve buna bağlı olarak cumhuriyete egemen olan sınıfların çıkarlarını söz konusu bile etmiyor. Kürt ve Dersim-Zaza “isyanları”ndan bahsederken, önderliğin feodal sınıfın elinde olduğunu ısrarla vurguluyor, ancak TC'nin hangi sınıf ya da sınıfların önderliğinde kurulduğunu, hangi sınıfların iktidarı olduğunu belirtmekten ısrarla kaçınıyor.
2. Cumhuriyetçiler Kemalizm'e getirdikleri eleştiriler noktasında Öcalan’dan oldukça ileri bir duruş göstermektedirler. Bu eleştiriler, günümüzdeki "ceberut devlet"in kaynağını da ortaya koyması bakımından kendi içinde tutarlıdır. Öcalan, bugünkü "oligarşik devlet"in ortaya çıkışını, Kemalist kadrolardan sonra yönetime gelenlerin suçu olarak gösterirken, 2. Cumhuriyetçiler işin kaynağında Kemalizm'in olduğunu ifade ediyorlar:
"I. Türkiye Cumhuriyeti, "korku" üzerine bina edilmiş bir Cumhuriyettir.... Yargı sistemi, devlet memurlarına büyük ayrıcalık tanıyarak oluşturuldu. Ordu, sınırları korumaktan ziyade içerdeki hareketleri bastıracak şekilde örgütlendi. ... Parlamento halktan koparılıp Mustafa Kemal'e bağlanmıştı. ... Demokrasiden söz etmek zaten imkansızdı. Kısacası I. Cumhuriyet, halkın yaratıcı gücünü tümüyle iğdiş eden, kendi halkından ödü patlayan bir dikta rejimiydi... Temeli "korkuyla" atılmış böyle bir yapının üstüne çağdaş devlet kurmak mümkün mü? Biz bunun mümkün olmadığını düşünüyoruz." (8)
Öcalan ise, Kürtler ve İslamcılar olmasaydı, bu temel üzerinden demokratik bir devlet kurulacağını düşünüyor.
Öcalan, Emperyalistlerin Anadolu'yu işgali karşısında kendiliğinden gelişen halk hareketinin göreceli ilerici niteliğini ve bu sürecin ürünü olan 1. Meclis'in çoğulcu yapısını, tümüyle hareketin önderliğini sonradan ele geçirip yönlendiren Kemalist harekete mal ediyor. Gerçekte Kemalizm ne 1919-23 sürecine nede 1. Meclis'e indirgenebilir. Bu iki süreç tek başına Kemalizm’in niteliğini açıklamaya yetmez. Bu süreçte M. Kemal'in Kürtlerin varlığından ve onlara Otonomi verilmesinden bahsetmesi de, o kadar şaşırtıcı bir durum değildir. Çünkü; o sürece kadar Osmanlılar Kürtlerin varlığını kabul ediyor, hatta onlara kısmi bazı yönetsel haklar tanıyorlardı. M. Kemal bu durumdan daha ileri bir şey söylememiştir. Diğer yandan; zorlu bir geçiş sürecinde muhtemel müttefiklere karşı "hoşgörülü" ve "şefkatli" davranmak, her siyasal gücün izlediği bilinen bir taktiktir. Bu taktik, Kürtlerin ulusal uyanışlarının gelişip ayrılma taleplerinin daha yüksek sesle dile getirildiği bir dönemde, oyalama rolü oynayacağı için, daha ihtiyaç duyulur bir nitelik taşır.
TC'nin egemenliği altındaki uluslar ve azınlıklara karşı yaklaşımı, ne kişilerle ne de tesadüflerle açıklanabilir. TC, Osmanlı sömürgeciliğini yeni taktiklerle güçlendirerek devam ettirmiştir. Bilindiği üzere Balkanlarda ve Arap topraklarında ulusal hareketlerin gelişmesi ve bu ülkelerin Osmanlı egemenliğinden kopmasıyla, elinde tutabildiği topraklara daha bir sıkı sarılan Osmanlı devleti ve onun yönetimini ele geçiren İttihat Ve Terakki Partisi, edindiği tecrübelerle yeni ulusal hareketleri önlemek, böylece toprak kaybetmemek için; bir yandan Türk ulusçuluğunu geliştirirken, diğer yandan egemenliğindeki ulusları ortadan kaldırma yolunu seçmiştir. Türk ulusçuluğu, imparatorluk topraklarında gelişen ulusal hareketlere karşı egemenlik savaşı temelinde gelişmiştir. 1912 yılında kurulan Türk Ocakları, İttihat Ve Terakki'den, Kemalistlere kadar, Türk sömürgeciliğinin ve şovenizminin ortak fikir kurumu olmuştur. Ermenileri, Rumları yok eden Türk egemen sınıflarının, sonradan Kürtleri ve Dersimlileri-Zazaları da yok etmek istemesi, kendi sınıf çıkarları ve ideolojileri açısından gayet tutarlı bir davranıştır. M. Altan'ın bu noktada Kemalizm’e yönelttiği eleştirileri gerçeğe daha yakın buluyorum. Şöyle diyor Altan: "Türkiye'yi 1923'ten sonra garnizona benzetmeye çalışan bir resmi ideoloji var...Resmi ideoloji Türkiye'yi kendini inkar etmeye zorlamıştır. Mesela, Türkiye'de bir Kürt sorunu vardır, ama resmi ideoloji bunu yok saymıştır." (9)
Günümüzde demokrasinin geliştirilmesi noktasında Ordu’ya biçilen rol konusunda da Öcalan, 2. Cumhuriyetçilerden daha geri bir tutum takınmaktadır. 2. Cumhuriyetçiler Ordu’nun siyaset üzerinde baskı oluşturduğunu, hatta MGK aracılığıyla ülkeyi yönettiğini, bu durumun demokrasinin ve sivil toplumun gelişmemesinin önünde engel oluşturduğunu ifade ederlerken, Öcalan, demokrasinin geliştirilmesi noktasında Ordu’ya olumlu bir rol biçer. Öcalan’a göre, "Ordu en hazırlıklı kurum olarak bu süreci demokrasi lehine geliştirmekten yana, ama denetimi elden bırakmak niyetinde değil." (10)
Neo-Osmanlıcılık Ve Modern İdris-i Bitlisi
Öcalan'ın kimi görüşleri ise, Özal ve Cengiz Çandar'ın da benimsediği Neo-Osmanlıcılık görüşleri ile örtüşüyor. Neo-Osmanlıcılık akımının savunucuları, "devletin yeniden yapılandırılması ve demokratikleştirilmesi" noktalarında 2. Cumhuriyetçilerle aynı görüşleri paylaşıyorlar. Ancak onlar burada durmayarak Türkiye'nin bölgesel bir güç, hatta "emperyal vizyon"a sahip olması gerektiğini ileri sürüyorlar. Çandar'a göre "...Türkiye’nin Osmanlı coğrafyası üzerine hareketi fütuthat hareketi anlamı taşımaz. Doğal nüfuz alanı ve Osmanlı coğrafyası üzerinde dünya nizamının temel taşı olma anlamı taşıyor."(11)
Savunmasında PKK hareketinin oynadığı rolü 1920'lerdeki "Kuvva-i Milliye" gücüne atfen "Kuvva-i Demokrasiye rolü" olarak ifade eden Öcalan, yaptıklarının "bölücülük değil, belki Türkiye ve Türkler ile en büyük birlik olma, güçlü olma, yeniden Ortadoğu'dan Kafkasya'ya, Balkanlara önder olma hareketi..." olduğunu söylüyor. (12) Öcalan'ın çizdiği sınırlar, Çandar'ın TC'nin "doğal nüfuz alanı" olarak sunduğu "Osmanlı coğrafyası"dır. Bir kez daha görülüyor ki, Öcalan'ın kurmak istediği cumhuriyet, bir emekçi cumhuriyeti olmayacaktır, aksine yayılmacılık emelleri güden egemen Türk tekelci burjuvazisinin cumhuriyeti olacaktır. Çünkü ne Türk, ne Dersim-Zaza ne de Kürt emekçilerinin Ortadoğu'ya, Orta Asya'ya, Kafkasya'ya yada Balkanlara egemen olma yayılma veya önder olma diye bir siyaseti olamaz. Böyle bir politika ancak burjuvazinin politikası olabilir.
İşin ilginç yanı, "federasyonu da tartışabiliriz" diyen Özal gibi, C. Çandar'da "Osmanlı coğrafyası" üzerinde oluşturulacak devletin yapısının "federal" ve hatta "konfederal" olabileceğini dahası olması gerektiğini savunurken, Öcalan, federasyon ve hatta otonomi taleplerini yadsıyor.
Çandar'ın TC sınırları içindeki Kürtler ile ilgili söyledikleri bugün Öcalan’ın söyledikleri ile pratik anlamda aynı içeriğe sahipken, Güney Kürdistan-Türkiye ilişkileri üzerine söyledikleri, G. Kürdistan'ı "Misak-ı Milli" sınırları içerisinde gören Öcalan'ın anlayışından oldukça ileri. Şöyle diyor Çandar, "Türkiye'deki Kürtler için kültürel özerklik tatmin edici olabilir ama; yarın bir gün biz Kuzey Irak’la konfederal veya yarı konfederal bir yapı içinde bulunabiliriz.” (13)
"Cumhuriyetin Asli Kurucu Üyesi" Olmanın Pratik Anlamı Nedir?
Öcalan'ın sık sık dile getirdiği ve Kürtleri "cumhuriyetin asli kurucu üyesi" olarak gösteren yaklaşımı, Çandar’ın veya Altan'ın düşünceleri karşısında Kürtler için ileri bir program savunuyormuş gibi gözükebilir. Ancak gerçekte içi boş ajitatif kavramların bugün için Kürtlere hiçbir faydası yoktur. Aksine, 15 yıllık savaşın sonuçlarının derlenmesi ve bölgesel bazda kısmen yeniden şekillenen uluslararası statüko içinde etkin bir rol almak için, somut ulusal politikalara ihtiyaç duyulduğu bu günlerde; bu tür söylemler oyalayıcıdır, zararlıdır.
"Asli kurucu üye" belirlemesi mantıki sonuçlarıyla ve alt yapısıyla ortaya konulduğunda, aslında, tam hak eşitliğine dayalı konfederal ya da federal bir devlet yapısını ifade eder. Türkler, Kürtlerin „asli kurucu üye” pozisyonunu kabullendiklerinde, bu cumhuriyetin temel ilkeleri iki ulusun eşit ortaklığı temelinde yeniden belirlenir. En basitinden, cumhuriyetin adı, Kürt ve Türk cumhuriyeti olur. Iki tane resmi dili, bugünkünden farklı bir bayrağı olur. Türkler ulus olarak ne haklara sahiplerse Kürtler de o haklara sahip olurlar. Kısacası bugün var olan cumhuriyetin baştan aşağı değişmesi gerekir.
Adı, "asli kurucu üye” olacak, ancak dili ile eğitim-öğretim yapması, ulusal kimliğiyle kendisini ifade etmesi, diğer uluslarla özgür ilişkiler kurması, kendi ülkesinin kaderi konusunda hak ve karar sahibi olması yasak olacaksa „asli kurucu üye” sloganı bir aldatmacadan öteye gitmez. Tıpkı TC’nin Kürt ve Dersim-Zaza halklarını katliam ve asimilasyonla yok etmeye çalıştığı bir dönemde, kendisini Lozan’da her iki ulusun temsilcisi olarak göstermesi, yada „Türkler ile Kürtler kardeştir” söylemini geliştirmesi gibi.
Öcalan, „asli kurucu üye” ifadesini kullanmakla birlikte, aynı zamanda ulusal sorunun çözümünde „anayasal vatandaşlık” ve kültürel özerkliği yeterli görerek, Kürtlerin ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurması talebini gericilik olarak nitelendirmekte, hatta, otonomi ve federasyonu gereksiz ilan etmektedir. Bu arka plan, „asli kurucu üye” söylemini kendiliğinden anlamsızlaştırmaktadır. (14)
Burjuvazinin faşist bir diktatörlüğünden başka bir şey olmayan Türkiye'deki bürokratik ve militarist aygıtın, ancak devrimci bir halk hareketi ile yıkılabileceğini öngörmemeleri, yukarıda açıklamaya çalıştığımız demokrasi etiketli tüm bu tez ve projelerin ortak olarak taşıdıkları bir eksikliktir. Gerçek demokrasiyi, faşist diktatörlükten zarar gören Türk, Kürt ve Dersim-Zaza emekçileri ve yoksullarının mücadelesi getirebilir. Bu kesimlerin getireceği bir demokrasi de, burjuva demokrasisi değil, emekçi demokrasisi olacaktır.
Dipnotlar
-------------------------------------------------------------------------------
(4) A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanên Serxwebun, s.16
(5) Bülent Tanör, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Basak yay. s. 184
(6) Mehmet Altan, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak yay. s.55.
(7) A. Öcalan, Savunmalarım, s.95.
(8) Ahmet Altan, Nokta Dergisi Yıl: 10, No: 33, s. 16, Aktaran Temel Demirer, Marksizm ve Gelecek, sayı: 2, s.177-178.
(9) M. Altan, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak yay. S.56
(10) A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanên Serxwebun, s.15.
(11) C. Çandar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak yay. S.104.
(12) A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanên Serxwebun, s.30.
(13) C. Çandar, age.s. 106.
(14) Birden çok ulusun birlikte özgürlük ve barış içinde yaşaması mümkündür. Ancak bu, tüm ulusların kendi toprakları ve yaşamı konusunda özgür bir iradeye sahip olması ile olanaklıdır. Üniter yapıya sahip bir cumhuriyet ne kadar demokratik olursa olsun, vatandaşlık hakları ile ezilen ulusların taleplerini karşılayamaz. Çünkü, ulusal haklar ile vatandaşlık hakları arasında kategorik bir farklılık vardır. Bu farklılık ister istemez farklı siyasal ve idari kurumlaşmaları gerektirir.
Örneğin; bu gün TC vatandaşları arasında „Kürtçe TV açılsın mı, açılmasın mı?” şeklinde bir referanduma gidilse, büyük bir ihtimalle „Kürtçe TV açılmasın” sonucu çıkar. Çünkü Türkler çoğunluktadırlar. Böylesi bir referandum, vatandaşlık hakları temelinde oluşmuş cumhuriyetlerde yapılabilir, ancak ulusal haklar temelinde oluşturulmuş konfederal, federal ve hatta özerk bölgeler içeren cumhuriyetlerde söz konusu bile olamaz. Çünkü ulusal haklar azınlık ya da çoğunluk durumuna göre değil, ulusal bir yapının varlığına göre belirlenirler.
Piro Zarek
Rasti Dergisi / 2001
PKK çevreleri bir yandan "Demokratik Cumhuriyet Projesi"ni yeni ve kutsal bir barış projesi olarak lanse ederlerken, diğer yandan yer yer (özellikle sol çevreler nezdinde) de bu projeyi Marksist teori ile ilişkilendirme çabasına girdiler. Doğrusu şudur ki, bu proje ne yenidir ne de Marksizm-Leninizm'le bir ilgisi vardır. Tüm ilişkilendirme çabalarına rağmen, Öcalan'ın bu kavrama yüklediği anlam ile bilimsel sosyalizmin kurucularının bu kavrama yüklediği anlam arasında derin bir uçurum vardır.
Demokratik Cumhuriyeti Doğuran Tarihsel Süreç
Demokratik Cumhuriyet kavramı, Marksist literatürden alınmadır. Marx, Engels ve Lenin'in siyasal yazılarında bu kavram önemli bir yer tutar.
Demokratik Cumhuriyet, 18. ve 19. yüz yıllar boyunca emekçilerin kitlesel katılımı ve burjuvazinin önderliği altında gelişen demokratik devrimlerin, feodalizm karşısındaki zaferinin ürünüdür ve bu kavram, klasik kullanılış biçimiyle, -emekçi sınıfların yönetime ortak oldukları özgün durumlar hariç- esas olarak bir burjuva cumhuriyetini ifade etmektedir.
Bir Kralın mutlak hakimiyeti ile yönetilen ve yönetimin kan bağına dayalı olarak el değiştirdiği feodal hanedanlıklardan farklı olarak Demokratik Cumhuriyet, seçimle belirlenen bir cumhurbaşkanınca temsil edilir. Bu yönetim, genel ve eşit oy hakkına sahip yurttaşlar, seçimle belirlenen halk temsilcilerinden oluşan ve yasama gücünü elinde tutun bir parlamento, parlamento içinden çıkan bir hükümet, halk tarafından kabul edilmiş bir anayasa ve burjuva hukukuna dayalı işleyen göreceli özerk bir yargı sistemi gibi temel özelliklerce karakterize edilir.
Marks ve Engels, Amerika, Fransa ve İsviçre yönetimlerini bu kavramla tanımlıyorlardı. Bu kavram günümüzde, bazı ileri kapitalist ülkelerin siyasal yönetimlerinin ifade edilmesinde de kullanılmaktadır. Çünkü bu ülkelerde yaşanan bir dizi demokratik devrim ve reform sonucunda ve gelişmiş ekonomik yapı nedeniyle, emekçi sınıflar için demokrasi, relatif olarak gelişkin bir düzeydedir. Fakat unutulmamalıdır ki, Marks-Engels tarafından demokratik Cumhuriyet olarak tanımlanan serbest rekabet aşamasının ABD ve Fransa’sıydı. Özellikle bugünün ABD’si ise, kapitalist tekellerin mutlak hakimiyetinde olan ve tüm dünyaya hakim olmaya çalışan emperyalist bir ABD’dir. Kendi çıkarları için başka ülkeleri işgal eden, yasal hükümetlere karşı darbeler düzenleyen; ekonomisi ve siyasal yaşamı bütünü ile tekellerin hakimiyeti altında olan bir ülkede, “eşit ve genel oy hakkı”nın, ya da seçimlerin, parlamentonun ve yargının anlamı elbette tartışılır olur.
Marks ve Engels’in Demokratik Cumhuriyet kavramını kullandıkları dönemde, demokrasi mücadelesi, -cumhuriyet talebini de kapsayan- esas olarak feodal aristokrasiye karşı bir mücadeleydi. Rusya'da da Çarlık otokarsisine karşı mücadelenin birincil talebi cumhuriyetti. Bu koşullarda feodal aristokrasinin ayrıcalıklarına karşı çıkan burjuvazi, çok tutarlı olmasa da demokrasi mücadelesinin bir dinamiğiydi. Kapitalizmin henüz tekelci aşamaya geçmediği ya da Rusya'da olduğu gibi tekelci aşamayı geriden izlediği koşullarda, burjuvazinin demokrasi mücadelesinde belli bir rol oynaması, dahası, Demokratik Cumhuriyet'in burjuvazinin önderliğinde kurulması mümkün olabiliyordu. Söz konusu bu süreçte, kapitalist toplum siyasal ve sosyal koşulları itibari ile henüz olgunlaşmamış ve siyasal özgürlükler burjuva iktidarının sınırları içinde ulaşabilecekleri en geniş çerçeveye ulaştırılmamışlardı. Bu koşullar, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin taleplerine ve ittifak kombinasyonlarına bugünkünden oldukça farklı bir renk veriyordu.
Söz konusu tarihsel süreç, bilinen ifadeyle “serbest rekabetçi kapitalizm aşaması” olarak tanımlanır. Ki, bu süreçte burjuvazi sosyalistler tarafından feodalizm karşısında henüz “devrimci” olarak tanımlanmaktadır. Alman Sosyal Demokratlarının Gotha Programı’nda yer alan “İşçi sınıfının karşısında tüm öteki sınıflar yalnızca gerici bir yığındır” belirlemesini eleştiren Marks, Komünist Manifestoya atıfta bulunarak “Burjuvazi, burada, eskimiş üretim biçiminin ürünü olan toplumsal durumlarını korumaya azimli feodaller ve orta sınıflara göre devrimci bir sınıf olarak –büyük sanayinin taşıyıcısı olarak- değerlendirilmektedir” der. Devamında der ki, “Bu bakımdan, orta sınıfların burjuvazi ile birlikte ve hele feodalleri de buna katarak, işçi sınıfının karşısında ‘yalnızca gerici bir yığın oluşturduğunu’ söylemek de yanlıştır.”(Karl Marks, Gotha Programı’nın Eleştirisi, Nisan-Mayıs 1875)
Neden Demokratik Cumhuriyet?
Lenin'in de belirtiği gibi, "Demokratik Cumhuriyet proletarya diktatörlüğüne götüren en kısa yoldur" anlayışı, Marx'ın siyasal görüşlerine damgasını vuran temel bir anlayıştır. Bu anlayışın gerekçelerini açıklarken şöyle der Lenin: "Çünkü böyle bir cumhuriyet, sermaye egemenliğini, dolayısıyla yığınların ezilmesini ve sınıflar savaşımını hiç bir zaman ortadan kaldırmadığı halde, kaçınılmaz bir biçimde, savaşımın genişlemesine, gelişmesine, depreşmesine, kızışmasına götürür; öyle ki, ezilen yığınların can alıcı çıkarlarını karşılama olanağı bir kez ortaya çıktıktan sonra, bu olanak, ancak ve yalnızca proletarya diktatoryasında, bu yığınların proletarya tarafından yönetiminde gerçekleşir." (16)
Engels, 1891 Alman Sosyal Demokratlarının Erfurt Programı'nı “esas söylenmesi gereken konmamış” diyerek eleştirir. Engels’in “konmamış” dediği ve “baş siyasal istem” olarak tanımladığı istem Demokratik Cumhuriyet istemidir. Programda yer alan demokratik istemlerin, ortaçağ kalıntısı olan bir Alman devletinin devrimci dönüşümünü sağlayamayacağını belirten Engels, Demokratik Cumhuriyet ile ilgili Marx'ın görüşlerini tamamlar nitelikte olan şu görüşleri yazar: "Kesinliği açık olan bir şey varsa, o da, partimizin ve işçi sınıfının egemen duruma ancak Demokratik Cumhuriyet biçimi altında gelebilecekleridir. Hatta, Demokratik Cumhuriyet, Büyük Fransız Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, proletarya iktidarının özgül bir biçimidir de." (15)
Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci, insanlığa yeni bir çağın kapısını açan tarihsel dönüşümler ve devrimlerle tamamlanır. Sadece “genel ve eşit oy hakkı”nın formel bazda kabulü bile, insanlığın özgürleşmesi yönünde atılmış dev bir adımdır. Bu dönüşüm sürecinde Demokratik Cumhuriyet, feodal mutlakiyet karşısında insanları “özgürleştiren” yeni toplumun yeni devletini temsil ediyordu. Marks ve Engels bu objektif gelişmeyi görüyorlardı ve destekliyorlardı. Ancak bu desteğin, feodalizme karşı mücadele çerçevesi ile sınırlı olduğunu unutmamak gerek.
Marks Ve Engels’in Demokratik Cumhuriyet programını bu derece önemsemelerinin bir nedeni de, Almanya’nın içinde bulunduğu sosyal ve siyasal koşullar ve her ikisinin de Almanya Sosyal Demokrat Hareketi ile olan derin bağlarıdır. Ki, Engels’in “partimiz” olarak ifade ettiği örgüt Alman Sosyal Demokrat Partisi’dir.
O süreçte Almanya’da bir Demokratik Cumhuriyet olmadığı gibi, “cumhuriyetin talep edilmesi” bile yasaktı. O günün Almanya’sında “Reichstag (parlamento) ve öteki temsil organları fiilen hiç bir güce sahip” değillerdi ve “hükümet bütün iktidarı elinde bulunduruyordu”. Sosyalistlerin faaliyetleri de sık sık çıkarılan yasalar ile yasaklanıyordu. Bu koşullarda Demokratik Cumhuriyet talebinin sosyalistlerin “baş siyasal istemi” olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü Marks’ın dediği gibi: “İnsan ancak elde edilmemiş şeyler için talepte bulunur.”
Demokratik Cumhuriyet’ten İşçi-Köylü İktidarına
Demokratik Cumhuriyet daha doğrusu Demokratik Devrim mücadelesinin, hedefler, ittifaklar ve taktikler bazında dönüşüme uğradığı tarihsel moment, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığı noktadır. 1905 Rus Demokratik Devrimi bu dönüşüm momentine denk gelmesi itibari ile, dönüşümün somut kanıtlarını ortaya koymaktadır.
Menşevikler, 1905'te, Demokratik Devrim'in burjuva karakterinden hareketle, devrimin önderliğini ve devrimle oluşacak iktidarı burjuvaziye bırakmak gerektiğini savunuyorlardı. Devrim, işçi sınıfı ve diğer emekçilerin mücadelesi üzerinde yükselirken, Menşevikler bu güçleri iktidara uygun görmemekte, iktidarı burjuvaziye teslim edip kendilerini bir "aşırı muhalefet partisi" konumunda tutmak düşüncesindeydiler. Aynı Menşevikler, 17 Şubat Devrimi sonrasında demokrasiyi geliştirmek adına, burjuvazi ile uzlaşıp oluşan burjuva hükümetinde yer almışlardı. Bu süreçte de, sınıf mücadelesini ve sınıf mücadelesinde iktidar meselesinin önemi konusundaki devrimci düşünceleri unuttukları için, burjuva politikalarının basit yürütücüleri haline gelmişlerdi. Menşeviklerce 1905 ve 1917 yıllarında yürütülen bu uzlaşmacı çizgiye karşı Bolşevikler, 1905'te, burjuvazinin "demokrat" kanadı ile ittifakı reddetmemekle birlikte, Demokratik Devrim'in önderliğini ve iktidarı burjuvaziye bırakmak anlayışına karşı, RSDİP'nin 3. Kongresi'nde benimsenen şu taktikleri savunurlar:
"1.Proletaryanın hem kısa vadeli çıkarlarının hem de onun sosyalizmin sonal amaçları uğruna savaşımının çıkarlarının, siyasal özgürlüğü tam olarak sağlayacak önlemlerin alınmasını ve bunun sonucu olarak otokratik hükümet biçiminin yerini demokratik cumhuriyetin alması gerektiğini;
"2.Rusyada demokratik bir cumhuriyetin kurulmasının,...bir geçici devrimci hükümete sahip olacak başarılı bir halk ayaklanmasıyla mümkün olabileceğini;...(18)
Toplumsal koşulların ve sınıf mücadelesinin değişimini iyi gözleyen Lenin, yaratıcı bir şekilde değişimi pratik taktiklere ve ideolojik zemine aktarır. RSDİP’in kongre kararlarında yer alan “devrimci hükümet” ve “halk ayaklanması” ifadeleri, daha ilerde Lenin’in " proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” formülasyonunu içinde gerçek ifadelerini bulurlar. Lenin, 1905’te Menşevikleri, "Devrimin çarlık üzerinde kesin bir zaferi" gibi çok genel laflar etmelerine karşın, söylediklerinin güncel boyutta gerekli kıldığı siyasal adımları ve dahası meselenin sınıfsal özünü anlamamakla suçlar. Lenin derki; "Bizim (herkesçe anlaşılabilir gerçek bir güç olan) "çarlık"a karşı duran ve ona karşı "kesin bir zafer" kazanabilecek gerçek toplumsal güçlerin neler olduğunda tam bir açıklığa kavuşmuş olmamız gerekir. Büyük burjuvazi, toprak beyleri...böyle bir güç olamaz... Hayır, "çarlık üzerinde kesin bir zafer" kazanabilecek tek güç halktır, yani eğer esas ve büyük güçleri alır(sak) proletarya ve köylülüktür. "Devrimin çarlık üzerinde kesin bir zaferi", proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünün kurulması demektir." (19)
Kapitalizmin emperyalist aşamaya evrilişine kadarki süreçte Demokratik Cumhuriyet Programı, sosyalistlerin asgari programına denk düşmektedir. Bu program, burjuvazinin devrimci rolünü, emekçi sınıflarla ittifakını ve burjuvazinin bu ittifak içindeki önderlik rolünü ve dönüşümün burjuva düzeninin sınırlarını (ikili iktidar koşulları hariç) aşmamasını kabullenen bir çerçeveye sahiptir. Bununla birlikte, bu süreçte Marksistler her gelişmeyi sonal hedefe yani sosyalizm hedefine bağlı olarak ele almakta ve sosyalizm hedefini hiçbir şekilde göz ardı etmemektedirler.
Tekelci kapitalizmin küresel bir boyut aldığı günümüzde, burjuvaziden (genel olarak burjuvazi diyorum, çünkü sadece tekelci burjuvazi değil, büyük ve orta burjuvazinin de tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütmesi mümkün değildir) demokratik devrimde tutarlı bir rol üstlenmesini beklemek büyük bir saflık olur. Çağdaş burjuvazi, rekabetçi çağ burjuvazisine göre sınıf çıkarlarına yönelen tehditler konusunda daha tecrübeli ve daha duyarlıdır. Sınıf çizgilerinin artık çok net olarak ortaya çıktığı bir kapitalist sistem içinde yaşıyoruz. Burjuvazi, emekçilerin içinde yer aldığı bir devrim girişiminin hatta bir demokratik kalkışmanın her halükarda kendi sınıf çıkarlarına zarar vereceğini iyi bilmektedir. (17) Açıktır ki; demokrasi mücadelesini tutarlı bir biçimde sürdürecek olan güç burjuvazi değil, bu sistemden en fazla zarar gören güçler, yani isçi sınıfı, diğer emekçiler ve yoksul sınıflardır.
Tekelci kapitalizm aşamasına kadar, ağırlıklı olarak feodalizmi ve feodal aristokrasi ile işbirliği içindeki burjuva kesimleri hedefleyen liberal burjuvazinin önderliğindeki Demokratik Cumhuriyet mücadelesi, yeni çağla birlikte direk olarak burjuva iktidarını hedefleyen emekçi sınıfların önderlik ettiği devrimci demokrasi ve sosyalizm mücadelesine dönüşmüştür. Buna bağlı olarak artık Demokratik Cumhuriyet kavramı, emekçiler önderliğinde gelişen yeni çağın devrimci demokrasi mücadelesinin hedefini ifade etmekten uzaktır. Bu kavram bugün düzen içi demokrasi mücadelesini ifade ederken, devrimci demokrasi mücadelesi hedefini, Demokratik Emekçi Cumhuriyeti kavramı ile ifade etmektedir.
Dahası günümüzde demokrasi mücadelesi programı, ağır ulusal sorunlar ve faşizm olgusu ile karşı karşıya bulunan istisnai birkaç ülke dışında, artık başlı başına bir devrim programı olmaktan çıkmış, sosyalist devrim programının bir parçası haline gelmiştir.
Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyeti”
Öcalan’a haksızlık etmeyelim, O, şimdilerde lafızda da olsa TC’nin yıkılmasından, yani faşist diktatörlük üzerinde halkın „kesin zaferi”inden bahsetmiyor. Fakat Öcalan, halk kitlelerine dayalı Demokratik Devrim anlayışını yadsıdığı gibi, onun yerine önerdiği düzen içi demokrasi mücadelesinin, başka bir ifadeyle reformlar için mücadelenin sınıfsal dinamiklerini de ortaya koymuyor. Ya da Ordu’nun ve TÜSİAD’ın demokrasi hareketi içinde görülmesi türünden, baş aşağı edilmiş bir çerçeve sunuyor. „Demokrasiyi halkın bağrında çalışan ve halkı esas alan örgütler, kişiler ve partiler yaratır." diyen Öcalan, diğer taraftan TÜSİAD’ı solculardan bile daha cesur demokrasi savaşçısı olarak sunmaktadır. Peki tekelci burjuvazi halk sınıf ve tabakaları içinde midir? Tekelci burjuvazi halk içinde görülüyorsa, isçi sınıfının yeri neresidir?
Baş aşağı duran bu reform projesi içinde, Marksizm’de öngörüldüğü gibi, Demokratik Halk Devrimi üzerinden sosyalist devrime yürüme anlayışını aramak ise anlamsızdır. Sosyalizmi, bugün ölmüş ama belirsiz bir süre sonra "dirilecek" bir ütopya olarak gören Öcalan, kendilerini "sosyalist bir devlet" kurmak istemekle suçlayan yargıçlara karşı şunları söylüyor: "PKK önderliğinde her ne kadar 'sosyalist bir devletten' bahsedilse de, her örgüt o dönem kendine göre ayrı bir devlet anlayışından bahsetse de bunlar ütopik olmaktan öteye gidemeyen mezhep düzeyinde anlayışlardı. PKK kitleselleşerek bunu kısmen aştığında da, özellikle 90'lı yıllarla birlikte içine girilen ve şahsen yoğun değerlendirmelerle seslendirmeye çalıştığım 'özgür birliktelik' diğer deyişle demokratik birlik arayışıydı." (20) Öcalan, PKK'nın aslında çoktan beri sosyalizme veda ettiğini söylemektedir. Ve bu sözleri kesinlikle doğrudur. Hatta diyebiliriz ki, PKK hiç bir dönem ideolojik ve pratik anlamda gerçek bir sosyalist hareket olmadı.
PKK’nin 7. Kongresinde kabul edilen yeni programında da, Kürdistan'da bir sosyalist iktidar ve toplumun kurulması hedefi yer almaz. Bunun yerine sosyalizmle ilgili çok genel ifadeler yer alır.
Öcalan savunmasında zaman zaman sosyalizmden, onun iyiliklerinden bahseder, ancak bu görüşler savunmanın mantığı ile bir bütünlük taşımaz. Öcalan savunmasının başında "Demokrasinin yüzyılın sonunda tam zaferini ilan etmesi"nden bahseder. Yine Öcalan'a göre " '90'lı yıllardan itibaren sosyalist sistemin çözülüş ve demokrasiye dönüşümüyle, demokrasinin büyük zaferi aslında daha başlangıcındadır."(21) Bütün bunlardan sonra yine de Öcalan, sosyalizmin tekrar dirileceğinden bahsedebilmektedir. Öcalan'ın pragmatik ve eklektik tarzını bilenler için bu çelişkiler anlaşılır şeylerdir. Unutulmamalıdır ki, Öcalan esas olarak kendi kitlesine seslenmektedir ve bu tür bir yaklaşım PKK kitlesini tatmin etmek için idealdir.
Öcalan, savunmasında demokrasi kavramını genel ve soyut bir anlamda kullandığı gibi, yer yer de, „kapitalist sistem” kavramının yerine „demokrasi” kavramını kullanıyor. Bu bilinçli bir çarpıtmadır. Bilindiği üzere demokrasi bir ekonomik-sosyal sistem değil, bir siyasal yönetim biçimidir. Böylesi bir kullanım sosyal-politik gerçeklik açısından olduğu gibi, terminolojik olarak da yanlıştır. Öcalan'ı bu hileyi yapmaya iten iki neden vardır: Birincisi, pislikleri ayyuka çıkmış olan kapitalist sistemi, devrimci kamuoyuna ve halka şirin göstermek, böylece öncelikle düşünsel boyutta onu uzlaşılabilir bir konuma getirmek, ikincisi; demokrasi olgusunu sınıfsal temelinden kopararak kendi burjuva liberal ideolojisini tutarlı kılmak.
Sonuç olarak:
Marksizmin sınıf mücadelesi, devlet ve demokrasi konusundaki temel anlayışı, dahası tarihsel gelişim ve değişim göz önünde tutulmadan Demokratik Cumhuriyet konusunda güncelin ihtiyaçlarına karşılık veren Marksist bir anlayış ve politika oluşturmak mümkün değildir. Bu kriterler göz önünde tutulmadan üretilecek bir "Demokratik Cumhuriyet Projesi"nin Marksizm’le sadece lafzi bir benzerliği olabilir.
Öcalan’ın projesinin niteliğini anlamak için, bu projenin kimin iktidarını hedeflediğini, kiminle ve hangi yolla bu iktidara yürüdüğünü sormak gerekir. Bu soruların cevabı Öcalan tarafından çok açık bir şekilde savunmasında ve diğer açıklamalarında verildi. Artık çok açık olarak söyleyebiliriz ki, Öcalan, burjuva iktidarının, halkın devrimci eylemiyle yıkılıp yerine emekçi iktidarının kurulmasını düşünmüyor. Bu anlayış temelinde ifade edilen "Demokratik Cumhuriyet" çizgisinin bilimsel sosyalizmle bir ilişkisi olamaz.
DIPNOTLAR
----------------------------------------------------------------------------------------------
(15) Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol yay. s. 101.
Engels'in örnek olarak verdiği Büyük Fransız Devrimi, burjuvazinin önderliğinde, küçük burjuvazi ve daha alt seviyedeki diğer emekçi sınıflar ve yoksullara dayalı olarak, feodal düzene karşı gelişen bir devrimdir. Jakobenlerin önderliğindeki emekçiler, başından itibaren devrime etkin bir şekilde katıldılar ve belli dönemlerde de iktidarı tümüyle inisiyatiflerine aldılar. Genel anlamda da, Engels'in belirttiği gibi, Fransız emekçiler iktidarı burjuvaziyle paylaştılar. Emekçilerin inisiyatifi arttıkça Fransız Burjuva Devrimi'nin demokratik ve sosyal muhtevası derinleşmiş, bunun karşısında burjuvazi giderek gericileşerek aristokrasi ile işbirliğine girmiş ve devrimin kazanımlarını geriye çekmiştir.
(16) Lenin, Devlet Ve Devrim, bilim ve sosyalizm yay. S.82.
(17) Son 2001 ekonomik krizi nedeniyle Türkiye'de gelişen esnaf eylemleri, sadece tekelci ve büyük burjuvazinin değil, aynı zamanda küçük ve orta burjuvazinin de sınıf çıkarlarının bir gereği olarak sistemi savunma ve koruma konusunda ne kadar uyanık olduğunu göstermiştir. Esnaflar eylemlerini ekonomik ödünler almak için hükümete baskı yapma çerçevesi içinde tutmaya; bu temelde sol-demokratik sloganlardan ve kesimlerden uzak durmaya özen göstermişlerdir. Nitekim, hükümet bazı ekonomik olanaklar sağlayınca esnaf eylemleri hemen durmuştur. Bu çok açık bir sınıf tutumudur.
(18) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Sol yay. s. 15.
(19) Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Sol yay. s. 58-59.
(20) A. Öcalan, Savunmalarım, Weşanên Serxwebun, s. 69.
(21) A. Öcalan, age. s. 11-12.
Yenigüney Gazetesi /21 Eylül 2023
Albert Einstein
Mayıs 1949 / Monthly Review
Çev: Serap Güneş
Ekonomik ve sosyal meseleler konusunda uzman olmayan birinin sosyalizm üzerine görüş belirtmesi doğru olur mu? Bu soruya birkaç sebeple olumlu yanıt veriyorum.
Bu soruyu öncelikle bilimsel açıdan değerlendirelim. Astronomi ile ekonomi arasında metodolojik olarak önemli bir fark yokmuş gibi görünebilir: İki alanda da bilim insanları, sınırlı bir grup fenomen için, bu fenomenlerin arasındaki iç bağlantıları mümkün olabildiğince net anlaşılabilir kılacak genel kabul edilebilir yasalar keşfetmeye çalışırlar.
Ama aslında metodolojik farklar gerçekten vardır. Ekonomi alanında genel yasaların keşfi, gözlemlenen ekonomik fenomenlerin, çoğu zaman ayrı ayrı değerlendirilmesi çok zor olan birçok faktörden etkilenmesi sebebiyle zordur. Ayrıca, insanlık tarihinin sözüm ona uygar döneminin başlangıcından bu yana sağlanan deneyim birikimi, hepimizin bildiği üzere, hiçbir şekilde salt ekonomiye özel olmayan sebeplerle büyük oranda etkilenmiş ve sınırlandırılmıştır. Örneğin tarihteki büyük devletlerin çoğu varlıklarını fetihlere borçlu olmuşlardır. Fetheden halklar, kendilerini fethettikleri ülkenin yasal ve ekonomik açıdan ayrıcalıklı sınıfı olarak tesis etmişlerdir. Toprak mülkiyeti tekelini ellerine geçirmiş ve kendi saflarından ruhbanlar atamışlardır. Eğitim üzerinde kontrol sahibi olan bu ruhbanlar, toplumdaki sınıf ayrımını kurumsallaştırmış, bundan böyle insanların büyük ölçüde bilinçsizce toplumsal davranışlarına yön verecek bir değerler sistemi oluşturmuşlardır.
Sosyalizmin Gerçek Amacı
Tarihsel gelenek güya düne dair olmasına rağmen, Thorstein Veblen’in insanlığın gelişiminde ‘avcı aşama’ olarak adlandırdığı dönemi henüz hiçbir yerde gerçekten aşabilmiş değiliz. Gözlemlenebilir ekonomik olgular o aşamaya aittir ve bunlardan çıkarabileceğimiz yasalar bile başka aşamalar için geçerli değildir. Sosyalizmin gerçek amacı tam da insanlığın gelişimindeki bu avcı aşamasını aşmak ve ötesine taşımak olduğundan, mevcut durumu içinde ekonomi bilimi, geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilir.
İkincisi, sosyalizm sosyal-etik bir amaca yöneliktir. Öte yandan bilim ise bir yandan sonal amaç koyamayacağı gibi, bunları insanlara aşılaması da daha bile az olasıdır; bilimin yapıp yapabileceği şey ancak belirli amaçlara ulaşılmasını sağlayacak araçlar sunmaktır. Bu amaçlar, yüksek etik ideallerin taşıyıcısı olan şahsiyetler tarafından tasavvur edilirler. Bu amaçlar ölü doğmuş değiller de canlı ve kuvvetliyseler, toplumun yavaş evrimini yarı bilinçsizce belirleyen sayısız insan tarafından benimsenip geleceğe taşınırlar.
İşte bu sebeplerle, insanlığın sorunları söz konusu olduğunda bilimin ve bilimsel metotların rolünü abartmamak için dikkatli olmalıyız ve toplumun örgütlenmesini etkileyecek meselelerde kendisini ifade etme hakkına sadece uzmanların sahip olduğunu düşünmemeliyiz.
Bir süredir birçok ses, insanlık toplumunun bir krizden geçtiğini ve istikrarının ciddi şekilde bozulduğunu dillendirmekte. Bu gibi durumların karakteristik bir özelliği, bireylerin, küçük ya da büyük olsun, ait oldukları gruba karşı ilgisiz ve hatta düşmanca duygular hissetmesidir. Ne demek istediğimi göstermek için kendi deneyimlediğim bir örneği anlatayım: Yakın bir zaman önce entelektüel ve dost tavırlı bir adamla insanlığın varoluşunu ciddi şekilde tehdit edeceğini düşündüğüm yeni bir savaş tehlikesi üzerine konuşuyordum ve bu tehlikeyi ancak uluslarüstü bir kurumun önleyebileceğini söyledim. Bunun üzerine konuğum, son derece sakin bir tavırla şunu söyledi:
Çıkış Yolu Var Mı?
Yüzyıl evvel kimsenin bu türden bir fikri böylesine kolayca beyan edemeyeceğinden eminim. Bu cümle, kendi iç dengesini bulma çabası beyhude çıkmış ve başarma umudunu da az çok yitirmiş bir insanın ifadesidir, bugün birçok insanın yaşadığı acı verici yalnızlığın ve izole olmuşluğun ifadesidir. Bunun sebebi ne? Bundan bir çıkış yolu var mı?
Bu gibi soruları sormak kolay ama emin bir şekilde cevap vermek zordur. Duygularımız ile uğraşılarımızın çoğu zaman karşıt ve karmaşık olduğunun ve kolay ve basit formüllerle açıklanamayacağının gayet bilincinde olsam da elimden geldiğince cevaplamaya çalışmalıyım.
İnsan, aynı anda hem yalnız hem de sosyal bir varlıktır. Yalnız bir varlık olarak kendisinin ve yakınlarının varlığını korumaya, kişisel ihtiyaçlarını karşılamaya ve doğuştan gelen yeteneklerini geliştirmeye çalışır. Sosyal bir varlık olaraksa başkalarının takdirini ve ilgisini kazanmaya, onların sevinçlerini paylaşmaya, acılarını dindirmeye ve hayat koşullarını geliştirmeye uğraşır. İnsanın özgül karakterini ancak bu çok yönlü ve sık sık birbiriyle çelişki içindeki çabalar meydana getirir ve bir insanın içsel dengesini ne ölçüde kurabileceğini ve toplumun refahına katkıda bulunabileceğini bunların özel bir bileşimi belirler. Bu iki itkinin göreli gücünün temel olarak kalıtım yoluyla belirleniyor olması muhtemeldir. Ancak nihayetinde ortaya çıkan kişilik, bireyin gelişme döneminde içinde bulunduğu çevreyle, içinde büyüdüğü toplumun yapısıyla, o topluma ait geleneklerle ve bazı davranışların yüceltilmesiyle şekillenir.
“Toplum” dediğimiz soyut kavram, insanın kendi çağdaşlarıyla ve geçmişte yaşamış insanlarla olan doğrudan ve dolaylı ilişkilerinin toplamıdır. Birey kendi başına düşünebilir, hissedebilir, çabalayabilir ve çalışabilir, ancak fiziksel, entelektüel ve duygusal varoluşu topluma öylesine bağımlıdır ki, onu toplumun çerçevesi dışında ele almak veya anlayabilmek imkansızdır. İnsana yiyecek, giyecek, barınma, çalışma aletleri, dil, düşünce kalıpları ve kafasındaki birçok şeyi sağlayan “toplum”dur. Bu kısa “toplum” sözcüğünün ardında, geçmişte ve günümüzde milyonlarca insanın başardığı birçok iş yatar.
Dolayısıyla bireyin topluma bağımlılığı, tıpkı arılar ile karıncalarda olduğu gibi, inkar edilemez bir doğa yasadır. Öte yandan, karıncaların ve arıların hayatları boyunca yaptıkları işin ayrıntıları değişmez kalıtımsal içgüdülere dayanırken, insanların sosyallikleri ve birbirleri ile ilişkileri çok değişken ve değişime açıktır. Yeni bağlar kurma kapasitesi, bellek ve sözlü iletişim becerisi, insanlar arasında biyolojik ihtiyaçlarca dikte edilmeyen gelişmeleri mümkün kılmıştır. Bu gelişmeler geleneklerde, kurumlarda ve örgütlerde; edebiyatta; bilimsel ve teknik başarılarda; sanat eserlerinde gösterir kendisini. Bu, bir anlamda, insanın kendi hayatını kendisi belirleyebildiğini ve bu süreçte bilinçli düşünme ile isteğin rol oynayabildiğini göstermektedir.
İnsanın Yazgısı
İnsan doğuşta, sabit ve değiştirilemez saymamız gereken, insan türünün karakteristiği olan doğal itkiler de dahil, kalıtımsal yoldan biyolojik bir yapı edinir. Ayrıca insan, hayatı boyunca gerek iletişim yoluyla, gerekse de başka birçok etkileşim üzerinden, toplumdan belli bir kültürel temel edinir. Zamanla değişmek zorunda olan ve bireyle toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen işte bu kültürel temeldir. İlkel toplum olarak adlandırılan toplumlar üzerine yapılan karşılaştırmalı araştırmalarla, modern antropoloji, insanların toplumsal davranışlarının, hakim kültürel kalıplara ve toplumda egemen olan örgütlenme türlerine bağlı olarak büyük ölçüde farklılık gösterebileceğini öğretmiştir bize. İnsanın yazgısını iyileştirme derdindekiler şuna ümit bağlayabilirler: İnsanlar, biyolojik yapıları gereği birbirlerini yok etmeye veya kendi başlarına sardıkları zalim bir kaderin insafına kalmaya mahkum değildirler.
İnsan hayatını olabildiğince tatmin edici hale getirmek için toplumun yapısını ve insanın davranışlarını nasıl değiştireceğimizi kendimize soruyorsak, değiştiremeyeceğimiz kimi koşullar olduğu gerçeğini sürekli aklımızda tutmalıyız. Daha önce belirttiğim gibi, insanın biyolojik yapısı her türlü pratik amaç doğrultusunda değiştirilebilir değildir. Ayrıca, son birkaç yüzyıldaki teknolojik ve demografik gelişmeler de hep baki kalacak bazı koşullar yaratmıştır. Kalabalık nüfuslu yerleşim bölgelerinde varlıklarını idame ettirebilmek adına zorunlu olan bazı ürünler için çok geniş bir iş bölümü ve daha merkezileşmiş bir üretim mekanizması gereklidir. Bireylerin veya küçük grupların kendine yetebildiği o zamanlar – dönüp bakıldığında cennet gibi gelen – artık geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. Bugün insanlığın gezegen üzerindeki bir üretim ve tüketim toplumu olduğunu söylemek fazla abartı olmaz.
Kötülüğün Gerçek Kaynağı
Bunları söyledikten sonra bugün yaşanan krizin kendimce nedenlerini açıklamaya girebilirim. Bu bireyin toplumla ilişkisini teşkil ediyor. Birey, topluma bağımlılığının her zamankinden fazla bilincinde. Ancak bu bağımlılığı bir olumluluk, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak algılamıyor; aksine, doğal haklarına veya ekonomik varlığına bir tehdit olarak görüyor. Dahası, toplum içinde, sürekli kendi yapısındaki bencil dürtüleri öne çıkarırken doğasında var olan sosyal dürtüleri giderek zayıflatan bir konuma sahip. Toplum içindeki yerleri ne olursa olsun, bütün insanlar bu bozulma sürecinden mustariptirler. Kendi bencilliklerinin bilinçsiz mahkumu olarak kendilerini güvensiz, yalnız ve hayatın naif, basit ve karmaşık olmayan güzelliklerinden mahrum hissederler. İnsan, bu fani ve tehlikeli hayatta ancak kendisini topluma adayarak anlam bulabilir.
Benim görüşüme göre kötülüğün gerçek kaynağı kapitalist toplumun bugünkü ekonomik anarşisidir. Önümüzde, üyeleri kaba kuvvetle olmasa da yasal olarak tesis edilmiş kanunlara tam uyum üzerinden birbirlerini kendi kolektif emeklerinin meyvelerinden mahrum bırakmak için durmaksızın çabalayan koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz. Bu açıdan üretim araçlarının, yani tüketim mallarının ve sermaye mallarının üretilmesi için gerekli olan bütün üretim kapasitesinin yasal olarak bireylerin özel mülkiyetinde olabildiği ve çoğunlukla da olduğu gerçeğini görmek gerekiyor.
Basitleştirmek açısından, takip eden açıklamalarımda, sözcüğün alışılmış anlamına pek uymasa da üretim araçlarına sahip olmayan kişilere “emekçi” diyeceğim. Üretim araçlarının sahipleri, emekçilerin işgücünü satın alabilecek bir konumdadır. Üretim araçlarını kullanan emekçi, kapitalistin malı olacak yeni mallar üretir. Bu süreçte önemli olan nokta, gerçek değeriyle ölçüldüğünde emekçinin ürettiği ile karşılığında aldığı para arasındaki ilişkidir. İş sözleşmesi “özgür” olduğu sürece, emekçinin aldığı parayı, ürettiği malın gerçek değeri değil, en düşük düzeydeki ihtiyaçları ve kapitalistin iş için yarışan emekçilerin sayısıyla bağlantılı olan işgücü ihtiyacı belirler. Emekçinin ücretinin teoride bile ürettiği malın değeriyle belirlenmiyor olması çok önemli bir noktadır.
Özel Sermaye Oligarşisi
Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabetten, kısmen de teknolojik gelişmelerin ve iş bölümünün artmasıyla büyük üretim birimlerinin küçüklerin yok edilmesi pahasına açılması nedeniyle birkaç kişinin elinde toplanma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucu olarak inanılmaz güçlü bir özel sermaye oligarşisi oluşur ve demokratik olarak örgütlenmiş toplumlar tarafından bile etkin olarak denetlenemez. Yasama organlarının üyeleri siyasi partiler tarafından seçildiğinden ve bunlar büyük oranda, pratik amaçları adına seçmeni yasa yapma sürecinden ayıran kapitalistler tarafından hem finanse edildikleri hem de başka şekillerde nüfuz altına alındıkları için doğrudur bu. Sonuç itibariyle halkın temsilcileri aslında nüfusun ayrıcalıklı olmayan kesiminin çıkarlarını gereğince korumazlar. Dahası, mevcut koşullar altında, kapitalistler basın, radyo, eğitim gibi başlıca iletişim kanallarını doğrudan ya da dolaylı olarak ellerinde tutarlar. Bu sebeple yurttaşların objektif çıkarımlar yapması ve kendi siyasal haklarını kullanabilmesi çok zordur, hatta birçok durumda imkansızdır.
Sermayenin özel mülkiyetine dayanan bir ekonomideki durum, iki temel prensiple karakterize olur: Birincisi, üretim araçlarının (sermayenin) özel mülkiyeti ve mülk sahiplerinin isteğine göre kullanılması, ikincisi ise iş akitlerinin serbest yapılması. Elbette bu anlamda saf (yüzde yüz) bir kapitalist toplum yoktur. Emekçilerin uzun ve zorlu siyasi mücadelelerden sonra belirli işçi kategorilerinde nispeten daha gelişmiş bir “serbest iş akdi” elde ettikleri gözardı edilmemelidir. Ancak bir bütün olarak ele alındığında bugünün ekonomisinin “saf” kapitalizmden pek bir farkı yoktur.
Bireyin Hakları Ve Demokrasinin Güç Olması
Üretim kâra yöneliktir, kullanıma değil. Çalışabilen ve bunu isteyen herkes iş bulacak diye bir şart yoktur, “işsizler ordusu” hep var olagelmiştir. Emekçi sürekli işini kaybetme korkusu içindedir. İşsizler ve düşük ücretli işçiler kar elde edilebilecek bir pazar sağlamadığından tüketici mallarının üretimi kısıtlanır ve sonuç büyük krizlerdir. Teknolojik gelişme insanların iş yükünü azaltacağına daha fazla işsizliğe neden olmaktadır. Kapitalistler arası rekabetle birleşen kâr güdüsü, sermaye birikimi ve kullanımında dengesizliğe yol açar, bu ise giderek daha şiddetlenen ekonomik krizlere yol açar. Sınırsız rekabet inanılmaz bir emek israfına yol açarak daha önce de sözünü ettiğim gibi insanların toplumsal bilincini sakatlar.
Toplumsal bilincin sakatlanmasını kapitalizmin en berbat kötülüğü olarak görüyorum. Bütün eğitim sistemimiz bu kötülükten mustarip. Gelecekteki kariyerine hazırlık adına başarıya tapması öğretilen öğrenciye abartılı bir rekabetçilik aşılanıyor.
Bu kötülükleri ortadan kaldırabilmenin tek bir yolu olduğuna, bunun da toplumsal amaçlara yönelik bir eğitim sistemine eşlik eden sosyalist bir ekonomi sisteminin tesis edilmesi olduğuna inanıyorum. Bu ekonomide üretim araçlarının sahibi toplumdur ve kullanımını kendisi planlayacaktır. Toplumun ihtiyaçlarına göre üretim yapılan planlı ekonomi, yapılacak işi yapabilecek olanlara dağıtacak ve her erkeğin, kadının ve çocuğun geçimini güvence altına alacaktır. Doğuştan gelen yeteneklerinin geliştirilmesine ek olarak, bireyin eğitimi, bugün olduğu gibi gücün ve başarının yüceltilmesi yerine, diğerlerine karşı sorumluluk duygusu yaratmaya yönelik olacaktır.
Ancak yine de planlı ekonominin henüz sosyalizm sayılamayacağını hatırlamakta fayda var. Böyle bir planlı ekonominin, bireyin tamamen köleleştirilmesiyle yürümesi de olasıdır. Sosyalizm çok güç bazı sosyo-politik sorunların çözümünü gerektirir: Politik ve ekonomik gücün aşırı merkezileşmesi ve bürokrasinin kibirli ve kadiri mutlak olması nasıl engellenebilir? Bireyin hakları nasıl korunabilir ve böylece bürokrasinin gücüne karşı demokrasinin dengeleyici güç olması nasıl sağlanabilir?
Yaşadığımız bu geçiş çağında, sosyalizmin amaç ve sorunlarını açıklığa kavuşturmak büyük önem taşıyor. Bu sorunların günümüz koşullarında açık ve engellenmeden tartışılması hep tabu sayıldığından, bu derginin kurulmasını topluma çok önemli bir hizmet olarak görüyorum.